(Öyküler, Anılar)

(Öyküler, Anılar)

27 Ocak 2013 Pazar

Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı









Park Kitabevi Yayınları

Öykü Dizisi…………..: 03


Birinci Basım…………: Eylül 1996

Kapak Resmi………….: Mehmet Karaaslan

Yöneten………………:  Murat Kulaç





İÇİNDEKİLER


Birinci Baskının Ardından.................................   


Nisan Kışı…………………………………….…..

Kaçak………………………………………….….

Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı……….......…

Çeek Türk Oğlu Çek………………...……………

Nisan Yazı…………………………………….….

Karşı Dağdan Gelen Ses…………………….…....

Dertleşme……………………………….…….......

Ders: Kompozisyon / Konu: ?.. …………….........

Paylaştıkça Güzelleşir Yaşam…………………….

İş……………………………………………….…

Düş……………………………………………......

Gücenik……………………………………….......

Yamanlar’ın Doruğunda Bir Esmer Bulut………...

Bi de Biz..……………………………………….

Ninni ...…………………………………….........














      BİRİNCİ BASKININ ARDINDAN




Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı, öykülerini geçmiş yıllarda VARLIK, İMECE, TEMMUZ ve GERÇEK SANAT’ta okuduğumuz Ahmet Ordu’nun ilk öykü kitabı.

On beş öyküden oluşan kitap, Orta Anadolu insanından yola çıkarak; ezilmiş, horlanmış bireylerin açmazlarını, özlemlerini küçük dünyalarından evrensel boyuta taşıyan bir eser.

İlk öykü olan Nisan Kışı’ndaki toplumcu gerçekçi çizgi, diğer öykülerde de değişik yaşam kesitleri içinde, çarpıcı bir anlatım ustalığıyla sergileniyor. Bunca yoksulluk, bunca umarsızlık içinde bile yaşamı sevgiyle kucaklayıp paylaştıkça güzelleştiriyor Ahmet Ordu.

Öykünün yazınsal işlevini çok iyi bilen yazar, toplumsal olgulara dikkatimizi yoğunlaştırırken öz- biçim ilişkisinin üst düzeyde bir bileşkesini de sunuyor okura...

Aralık 1996

Bahri Karaduman







Bu kitapta, üçer beşer sayfalık küçük öykülere sığdırılmış büyük duygu selleri var.

Ahmet Ordu, neredeyse yitirdiğimiz ince bir duyarlığı sıcacık öykülere nakşedip yaşamdan, insanın içine işleyen kesitler sunuyor. Türkçe’nin çoktandır belleğine gömdüğü nice terk edilmiş sıfata, nice unutulmuş yükleme sevgiyle sahip çıkıp, onlardan damla damla damıtıyor öykülerini. Öyle ki, yoksul bir “Madenci”nin, çakır gözlü bir çocuğun, giderayak dillenmiş bir ihtiyarın gözyaşları yüreğinize sancı olup saplanıyor okudukça.

Paylaştıkça zenginleşiyorsunuz.

“Eskinin yetmediği, yeninin bitmediği” bu yazın diyarında, ansızın fışkıran bu rengarenk sevgi çiçeğini, saygıyla selamlıyoruz…

                                                                                                                                                 Mart 1997

Can Dündar






















Toprağın yazarıdır Ahmet Ordu. Kavaklarla, kirazlarla, cevizlerle birliktedir. Meyve kimimiz için umuttur, kimimiz için ise acıdır.Yaptığınız işin karşılığı olan parayı alamazsınız. Karşınızdaki eylemin tamamlanmasını bekler, askerdeki oğlunuz ise harçlık... Çırpınırsınız, anlamazlar derdinizden.

Dün insanlıktan uzaklaşan insanoğlu, bugün daha çok uzaklaşır. Varsılın güzellikten, iyilikten ve dürüstlükten kopması yoksullara dokunca verir.


Okuru yakar öyküler.

Doğulu çocuğun türküleri denli yanıktır.

Yanıklık, yaşamımıza denk düşer.

Gülümseriz yine de.

Lâkin tadımlıktır gülüşlerimiz.

Şarkılar, türküler, ziller, darbukalar; ağaç altları, bahçeler bizi bekler.

Gel gör ki, hangi taşı kaldırsak altından gözyaşı çıkar.


Ahmet Ordu öykülerinde madalyonun öbür yüzünü de gösteriyor bizlere. Hem de iyi gösteriyor...

Ocak 1997

Süleyman Ekim









Öykülerini zaman zaman dergilerde okuduğumuz Ahmet Ordu, şiir tadındaki on beş öyküsünü “Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı” adlı kitabında toplamış.

Önce kitabın adı çarpıyor insanı. Öyküleri bitirdiğinizde, durup uzun uzun düşünüyorsunuz. Örneğin, “Saksağanı bugün çocuklarımız bilmiyor...” diyorsunuz. Ve daha pek çok şeyi...

On beş öykü boyunca akıp giden ince bir hüzün alıp götürüyor sizi. Kitabı elinize alıp ilk öyküye başlamanız yeterli. Ahmet Ordu’nun yılların birikimine dayanan, dışlanmış, ezilmiş; ama yaşama tutunmayı becerebilmiş insanları sizi bırakmayacak. Kitabı bitirdiğinizde siz de artık, “Paylaştıkça Güzelleşir Yaşam.” diyeceksiniz...

Ocak 1997

Aysel Tekin Polat





 

 


 


 


 


NİSAN KIŞI




Duvarda asılı takvim nisanın on sekizini gösteriyordu. Dışarıda diz boyu kar ve ortalığı kavuran bir ayaz vardı. Akşam yemeğini yiyip kahveye gelen köylüler, önce sobanın yanına varıyor; ellerini ısıtıp ısıtıp morarmış yüzlerini, burunlarını ovuşturuyorlardı. Kahveci ocaktan çaylar getiriyordu oturanlara. Sıcak çaylar iki karıştırılıp yudumlanıyordu hemen. İçerisi kalabalıklaştıkça ağızlardan çıkan sözler belirsizleşiyor, giderek uğultuya dönüşüyordu.

- Saat kaç? dedi, yanımda oturan adam.

Saatime bakıp:

- Yediye geliyor, dedim.

- Ooo, vakit gelmiş. Nerdeyse yatsı okunur, deyip kalktı. Paltosunun yakasını kaldırıp ellerini cebine soktu, kapıya doğru yürüdü…


Mart ve nisan ayları şaşırtmıştı bizleri. Her şey birdenbire tersine dönmüştü sanki. Şubatın sonunda günler umulanın ötesinde güzel geçmişti. Soğuklar alıp başını gitmiş, karlar köyün az uzağındaki dağların zirvelerine çekilmişti. Güzelim güneş, gün günden daha parlak görünmüş; havayı, suyu, toprağı ısıtmıştı.

Bu duruma yaşlılar pek şaşmıştı. Çünkü geçen yaz bol bir meyve yılı yaşanmıştı köyde. Yıllardır bir tek meyve vermeyen ulu ceviz ağaçlarının çatak çatak cevizlerini gördükçe, bir yandan sevinmişler, bir yandan da, “Bu yıl kış, çok olacak...” demekten kendilerini alamamışlardı. Ama mart ayı yaşlıların tahminini boşa çıkarmış, baharı yöreye erkenden getirmişti. Güzden ekilen ekinler tarlaları yeşile boyamıştı boydan boya. Kırlarda, bahçelerde otlar iyice süymüş; ağaçların dalları çiçeğe durmuştu. Takvimlere göre erken sayılsa da iş tavı gelmişti artık. Traktörler kapalı yerlerden çıkarılmış, yazlık ekimler için tarlalar sürülmeye başlanmıştı. İnsanlar, bitkïler, kuşlar... Her şey, her şey çok güzeldi.

Ama mart ayının verdiği sevinç kursağımızda kaldı… Nisanın başlarıydı. O sabah rüzgâr ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Ara vermeden, dört gün dört gece aç köpekler gibi uluyup durdu ortalıkta. Tarla, bahçe kenarlarındaki yeşermiş kavaklar, toprağa daha fazla tutunamayıp köklerinden devrildi. Kiraz, elma, kayısı ağaçlarının dalları kırıldı; çiçekleri yerlere serildi. Dördüncü günün sonunda rüzgâr kesildi. Bu kez de kar bastırdı. Aralıksız, günlerce yağdı. Evlerin taş temellerini geçti yerdeki kar. Yollar kapandı, kimseler kapı dışarı çıkamadı. Günler önce baharı yaşayan yöre, felce uğradı.

Eskinin yetmediği, yeninin bitmediği bu günler; evlerinde kapanıp kalan çoğu ailelere daha da zorlu geldi. Bir de bugünün derdinin üstüne yarının kaygısı çullanıyordu. Ekinlerin, meyvelerin büyük zarar göreceğini; onca masrafın, emeğin boşa gittiğini söylüyorlardı köylüler. “Ne yaparız?” sorusu beyinleri kemirip duruyordu.

Üç gün önce durdu kar. Ancak hava ayaza çekti. Yerdeki kar kilitlenip kaldı. Anca, şoseye bağlanan yol açılıp ulaşım sağlandı. Artık, umutlar güneyden esecek rüzgârlara bağlandı…


Madenci girdi içeri. Başında eski bir örme takka, sırtında yaz kış çıkarmadığı yoşuk ceketi vardı. Ortada durup oturanlara bakmaya başladı. Birini aradığı belliydi. Göz göze gelince bana doğru yöneldi. Yanıma gelip:

- Merhaba hoca, dedi hırıltılı bir sesle.

-Merhaba, deyip yanımdaki sandalyeyi gösterdim. Kahveciye işaret edip iki çay istedim.

Huzursuz bir hali vardı. Ellerini ovuşturuyor; arada bir alnını, çenesini kaşıyordu.

- Hayrola, dedim.

Ceketinin iç cebinden bir mektup çıkardı, önüme koydu.

- Oğlan yollamış, bi oku...

Aldım mektubu. Zarfı açıktı. Kâğıdı çıkardım. Tarih yerinde 15 Şubat yazılıydı.

- Nerde askerlik yapıyordu Kenan?

- Sarıkamış’ta.

- Yine de çok gecikmiş. İki ay olmuş yazalı.

- Bugün geçti elime, postacı şehirde muhtara vermiş.

Okumaya başladım. Selâm ve iyi dileklerle doluydu ilk satırlar. Arada göz ucuyla Madenci’ye bakıyordum. Merakla dinliyor, yüzünden mutluluk akıyordu. Kahvecinin getirdiği çayı keyifle yudumluyordu bir yandan da. Mektubun ortalarında Kenan; iyiliğinden, teskereye az bir zamanın kaldığından söz ediyordu. Sonlara doğru, “Param kalmadı, para gönder,” diyordu. Selâm ve iyi dileklerle bitiyordu mektup.

Kâğıdı katlayıp zarfa koydum, mektubu Madenci’nin önüne bıraktım.

Baktım, elinde yarımlanmış çay, kalakalmıştı Madenci. Az önceki halinden eser yoktu. Yüzüne, gözlerine kara bir bulut çökmüştü.

- Ïç çayını, soğutma...

Bir dikmede bitirdi kalan çayı.

- Sağ ol hoca, deyip önündeki mektubu aldı, iç cebine koydu. Sonra başını öne eğdi, dalıp gitti…


Köyde ona herkes, Madenci, derdi. Yeniyetmelerin çoğu gerçek adının, Ahmet, olduğunu bilmezdi. Toprağın yüzü yanı sıra derinliğiyle de uğraştığından bu ad takılmıştı. (Kendisi söylemişti bir konuşmamızda.) Kökçülük yapardı çoğu zaman. Bu işi başka da yapan pek yoktu köyde. Güz mevsiminde, kışın iyi günlerde, bahar ucunda yaptığı iş hep buydu. Güneşi batmak bilmeyen o uzun, sıcak yaz günlerinde ise; sap tarlalarında, patozlarda çalışırdı. Güzün kimi günler pancar sökümüne gider; kimi günler de hendek atar, hendek temizlerdi. Bitmezdi bu köyün işi. Madenci, çatır ayazlı günlerin dışında hemen hemen boş kalmazdı.

Çöp dikili iki evlekçik toprağı yoktu. Anadan, atadan kalmamıştı. Gündeliklerinden artırdığı paralar da bir türlü yetmemişti toprak almaya. Erik, kiraz, elma yetiştirme hayâlleri yıldan yıla suya düş-müş; anca, köyün bitek arazilerinin her bir karışında alnının teri, tırnaklarının izi kalmıştı geriye…


- Hoca, dedi birden, müsaade var mı?

Baktım, gözleri ışılıyordu. Köşedeki masayı göstererek:

- Çıkıkçı’yla bi görüşücem, dedi.

Ayrıldı yanımdan. Çıkıkçı tek başınaydı. Madenci bir sandalye çekip yanına oturdu. Tahminime göre, para isteyecekti ondan... Konuşmaya başladılar. Arada bir, “Olmaz... Vermem...” diyordu Çıkıkçı sesini yükselterek. Madenci bu kez, iyice yanına sokulup dil dökmeye başladı. Birden elini masaya vurarak:

- Kıvırtma Madenci! dedi Çıkıkçı.

Uğultu bir anda bıçak gibi kesildi. Herkes bakışlarını onlara çevirdi. Bu kez ayağa kalktı Çıkıkçı:

- Ben anlaşmamızı tanırım arkadaş! deyip kapıya yürüdü. Sağa sola bakmadan çıkıp gitti.

Bakışlarımız Madenci’ye çevrildi. Hüzün akıyordu yüzünden. Gözlerini kapıya dikmiş, kıpırtısız duruyordu.

- N’oldu Madenci? diye sordu yan masadan biri.

- Yok bi şey, yok bi şey... diyerek kapatmaya çalıştı.

Kırgınlığını, üzülmüşlüğünü ele veriyordu bu sözleri. Köylüler üstelemediler. Kendi haline bıraktılar…


Onu, geçen yaz bir sabah da böyle görmüştüm. Kahvenin önünde durmuş, traktörlere doluşup horata şamata içinde tarlalara giden patozcuların ardından bakıyordu. “Hayrola Madenci,” demiştim. Derin bir iç çektikten sonra, “Bizim pilimiz bitmiş hoca...” diyerek karşılık vermişti. Ardından da, “Patozcular dün bizim ağaya beni şikâyet etmişler. Karşımıza sap taşıyacak, patoza sap atacak adam bul. Madenci’yle falan olmaz bu iş, demişler... İşte böyle hoca, senin anlıycan, ıskartaya çıktık biz,” diyerek gücenik gücenik sürdürmüştü konuşmasını. “Hadi be sen de!” deyip gönlünü almaya çalışmıştım. Ama olmamıştı, sözlerim yarasını saramamıştı bir türlü…


Oturanlar gittikçe azalıyordu. Köylüler birer ikişer çıkıp evlerine gidiyorlardı. Madenci de kalktı. Yanımdan geçerken:

- Madenci, dedim.

Durup yüzüme baktı.

- Gel hele, otur. Vakit erken...

Bir an kararsız kaldı. Sonra vazgeçti gitmekten, gelip yanıma oturdu.

- N’oldu? Belki yardımcı olurum…

Kahırlı kahırlı:

- Hoca, insanlık ölmüş. Bir damla bile kalmamış, deyip derinden bir “hı hıı...” çekti. Yılların çilesi, kahrı okunuyordu bu “hı çekiş”te.

- İstersen anlat. Bilmek isterim seni üzen şeyi. Belki bir yardımım dokunur…

Kararsızdı anlatmakta.

- Hadi...

- Çıkıkçı’nın kök işini almıştım, Mart başında. Eriklik’te sekiz on yaşlı kavağı, dört de kurumuş yaşlı kirazı vardı. Pazarlık ettik. “İş bitince paranı veririm,” dedi. “Olur,” deyip salladım kazmayı. Kavakları, iki kirazı temizledim. Geriye ikicik kaldı. İki günlük iş... Ama Allah müsaade etmedi. Rüzgâr oldu, tipi oldu; iş kaldı. Havalar düzelince bitiricem. Okudun mektubu, Ha, oğlana yollayayım diye, gittim parayı istedim. “Hiç olmazsa pazarlığın yarısını ver,” dedim. Mesele bu. Gördün işte...

- Olur bakalım, üzülme. Belki onun da durumu el vermemiştir.

- Öyle desin... Hayvan mıyız hoca, biz de halden biliriz... Ama bana, ağalık, patronluk taslıyor. Pazarlık neyse, oymuş. “İş bitmeden vermem,” diyor.    Sanki kaçıcı var... Şu köyde hangi bir komşunun parasını aldım da işini yarıda koydum? Ağırıma giden bu, hoca...

- Üzülme, olur böyle şeyler. Uygun bir zamanda gel; Kenan’a bir mektup yazarız, para işini de kolay ederiz. Ben...

Birden sözümü kesti:

- Sen beni yanlış anladın hoca!

- Birbirimizi yeni mi tanıyoruz Madenci...

Sustu. “Olur, gelirim,” demek ağrına gidiyordu. Daha fazla duramadı, omuzları düşük, ayrıldı yanımdan…

*          *          *

Kahvenin önüne gelince, uzaktan üçerli beşerli gruplar halinde, köylülerin geldiklerini gördüm. Hava kapalı ve oldukça soğuktu. Ceketlerine, paltolarına sıkı sıkı sarınmışlar; hızlı hızlı yürüyorlardı. Gelen doğruca kahveye giriyordu. Arada göz göze geldiklerim oluyordu. Bakışları tuhaftı. Dayanamayıp sordum birine:

- Bir şey mi oldu?

Adam bir an beni süzdükten sonra:

- Duymadın mı hoca? dedi. Madenci’yi gömdük...

- Neee! Madenci’yi mi?

- Madenci’yi ya...

- Nasıl olur?

Adam elini sallayarak:

- Sorma... deyip girdi kahveye.

İnanamıyordum... Bakışlarımı yola çevirdim, hâlâ geliyorlardı köylüler. Daha uzaktan da boş tabut göründü...

Kahveye girip cenazeden dönenlerin oturduğu masaya gittim. Sandalye çekip oturdum yanlarına. Konuşmuyorlardı.

- Nasıl olmuş? diye sordum.

Kederli gözlerini birbirlerine çevirdiler. İçlerinden biri:

- Valla biz de pek bilmiyoruz nasıl olduğunu, dedi. Şaşırdık...

- Sabah erkenden imam salâya başlayınca ben de şaşırdım, dedi bir başkası. Allah var, hep hastalar sökeller geldi aklıma. İmam salânın ardından, ölenin Madenci olduğunu duyurmasın mı? Vardım evine. Herkes toplanmış. Cenaze yıkanırken birileri anlattı. Çıkıkçı’yla yarım kalmış bir kök işi mi ne varmış. Parasını istemiş. O da, “İşi bitir, öyle yanıma gel,” demiş. Rahmetli de kızmış, öfkelenmiş; o öfkeyle kar, çamur demeyip kazmayı, küreği omuzladığı gibi doğru bahçeye gitmiş. Sabahın ayazında gittiğini görenler olmuş… Akşam olmuş, dönmemiş. Karısı, ha şimdi gelir, de şimdi gelir... beklemiş. Gelmeyince, komşu çocuklarını yanına alıp aramaya çıkmış. Bahçeye varsalar baksalar, Madenci kök çukurunda, çamurlara belenmiş yatıyor... Ölmüş... Nasıl ölmüş, ne zaman ölmüş; bilen yok...

- Canına kastın neydi hey Madenci! dedi bir başkası. Çatır ayazda... Ha paranın ocağı sönsün!

Bir diğeri de:

-O, bu bahane... Allah... Olacak işte... diyor, kadere sığınıyordu.

İnanamıyordum. Anlatılanlar bir düş gibiydi. Kapının her açılışında Madenci içeri giriverecekmiş gibime geliyordu. Başında örme takkası, sırtında yaz kış çıkarmadığı yoşuk ceketi... Yanıma gelip, “Hoca be, şu mektubu yazıver be...” diyecekmiş gibi...

Dün öğleye kadar okula gelir diye ummuştum, gelmemişti. Öğleden sonra kahvelere bakmıştım. Sorduklarım, “Görmedik.” demişlerdi hep…

Kahveci ocaktan çaylar getiriyordu. Köylüler konuşuyorlardı. Madenci’nin ölümü üzerine söyleyeceklerini söyleyip bitirmişler; kirazlardan, ekinlerden, pancarların ekilemeyişinden söz ediyorlardı. Birisi, ekinlere pek zararın olmayacağını söylese de bu sözler pek inandırıcı gelmiyordu diğerlerine. “Banka borçları ertelenmez mi?” diyordu bir başkası. Bir diğeri de, “Ya kopretif borcu?” diyordu. Sorular havada kalıyordu hep. İyice karamsar olanlar ise arada bir, “Hapı yuttuk! Kıtlık kapıda...” diyerek tek bir umuda dahi kapı aralamıyorlardı.


Takvimler nisanın yirmisini gösteriyordu. Ortada titreyerek yanan soba içeriyi ısıtıyor; dışarıda aman vermeyen ayaz ise, ikinci baharın gelmesini biraz daha geciktiriyordu.


























 


 


 


 


KAÇAK




Ay yoktu. Yıldızlar daha çok, daha parlak; el uzansa tutulacakmış kadar yakın görünüyordu. Mevsim yazın ucu olmasına karşın ortalıkta dayanılmaz bir sıcak vardı. Çocuklar, kadınlar, gündüzkü tarla tapan işlerinin verdiği yorgunluğa yenik düşen erkekler, akşam yemeğini yer yemez damlardaki yataklara serilip kalmışlardı. Tek tük evden çıkan ölgün ışıkları, köyün üstüne çullanan karanlık yiyip yutuyordu. Çevreden çıt çıkmıyor, her bir yanı kaplayan sessizlik çın çın ötüyordu.

Köyün imamı yatsı ezanına başlar başlamaz, aşağıdaki gölden kurbağalar vıraklamaya durdu. Oluşan uğultuya üç beş evin köpeği karşılık verdi. Köyün öbür ucundaki bir evin köpeği ise uzun uzun uludu. Daha sonra havlamalarını, ulumalarını kesen köpekler meydanı vıraklayan kurbağalara bıraktı.

Elif Ana ezan bitince yüzünü sıvazladı. Ellerini yıldızlı göğe doğru açıp:

- Ey Allah’ım! dedi ağlamaklı bir sesle. Şu mübarek ezanların hürmetine...

Az ötesinde, damın ucuna doğru bağdaş kurmuş olan oğlu Kemal ters bir bakış fırlatınca, Elif Ana yalvarmasını kesti. İçi devrilip devrilip geliyor; bağırıp çağırmak, ününün yettiği kadar ilenmek istiyordu. Ama Kemal’in bir bakışı, ağzından çıkan tek bir sözü; içinden kopup gelen ağlamaları, hıçkırmaları boğazına düğümleyip atıveriyordu.

Kemal bakışlarını anasının üstünden aldı, başını iki yana sallayıp burnundan soludu. Daha sonra önünde duran paketten bir sigara alıp yaktı. Ağız dolusu dumanları karanlığa, kurbağa seslerinin geldiği yöne üfürdü. Tekrar anasına bakarak:

- Bak ana! dedi sertçe. Bir daha o Kellerin kapısına gittiğini duymayayım!

Elif Ana yanıt vermedi. Kemal üsteleyerek:

- Ana sözüm sana! dedi. Duydun mu beni? Gitmeyeceksin dedim, anladın mı?

Kemal’in sert sözleri, çocukmuş da azarlanıyormuş gibisine geldi Elif Ana’ya. Çok ağrına gitti. Epeydir gözünde dondurmaya çalıştığı yaşları tutamadı, buruşmuş yüzüne koyuverdi.

Ninesinin ağladığını işitince Ali’nin içi burkuldu... Hanayda, ocak dibindeki minderde yatıyordu. Uyuyor biliyorlardı ninesiyle babası. Oysa o, duvarın bir noktasına gözlerini dikmiş, çıt çıkarmadan dinliyordu konuşulanları.

- Kes şu ağlamayı ana! dedi Kemal daha da sertleşerek. Ağlayıp uluyup benim canımı daha fazla sıkma!

Kendini güçlükle tutmaya çalıştı Elif Ana. Yaşlı gözlerini eliyle sildi. Yalvararak:

- Kurbanın olayım Kemal’ım, hele dinle beni. Öfkelenip de kırma güzel ananın hatırını, dedi. Kemal’i dinliyor görünce sürdürdü: Ben derim ki, bir de Veli Emmini araya düşürelim. Belki...

Kemal gürledi:

- Veli Emmisinin dee, senin dee!

Tıkanıp kaldı Elif Ana. Kemal ileri gittiğini anladı. Sesini alçaltıp:

- Sen beni anlamıyorsun be ana, dedi, hiç anlamıyorsun... Sana, gitme dedikçe gidiyorsun. Eline ne geçiyor ha? Söyle ne geçiyor? Beni cümle aleme rezil mi edeceksin?

Elif Ana’dan ses gelmedi, iyice pusmuştu. Kemal sigarasından bir nefes daha çektikten sonra:

- Bak ana, o iş bitti, dedi. Bu evden çıkıp gidene,   kapım kapandı artık. O Keller’in huylarını daha öğrenemedin sen. Onlar insan mı, ha? Söyle insan mı? Sen kapılarına varıp yalvardıkça n’oldu? Başlarını daha da göğe çekmediler mi? Ağırken yeğni olmadın mı, ha? Daha ne demeye, araya adam düşürelim de, gidelim de, filan deyip benim canımı sıkıyorsun? O Keller bacılarına ağalık yapsalardı, iki tokat patlatıp geri yollarlardı. “Hadi kızım, senin yerin burası değil, kocanın yanı. Bizim sana yapacağımız ağalık bu,” derlerdi. “İki vurmakla hiç kaçılır mı?” derlerdi. Hııı... İnsan değil onlar, insan değil!

Elif Ana bu sözlerden oğlunun biraz olsun yumuşadığını zannetti. Tane tane konuşup dertleşmek istiyordu onunla. Fırsat bildi:

- Ah oğlum, ha ben de derim ki; yuvan dağılmasın, ocağın tütsün...

- Yuvasının daa, ocağının daa! deyip yine anasının lâfını ağzına tıktı Kemal. Oturduğu yerden kalkıp hanayla ayak damı arasından aşağı inen tahta merdivene yürüdü. Tam merdiven başına varınca:

- Kemal! dedi Elif Ana.

Kemal durup anasına baktı.

- Kemal, Kemal’ım, dinle beni. N’olursun dinle beni biricik yavrum...

- Ana, söyle!

- Kızma, sinirlenme hemen... Veli Emmini kırmazlar. Yarın bir de Veli Emmini...

Kemal üç adımda gelip anasının başına kartal gibi çöktü. Ağzı dili tutuluveren Elif Ana’nın yüreğine, Kemal’in öfke dolu bakışları ok gibi saplanıyordu.

- Bana bak ana; benden gizli bir iş yaptığını duyarsam; bak, anam falan demem! Anladın mı? Karışmayacaksın benim işime! Şunu aklına koy: Zeynep benim için bitti artık. Beklerim, mahkemeye verip boşanmıyor mu; o zaman ben boşarım onu. Üç gün geçmeden de evlenirim. Hem de kız alırım! Ona inat, dünya aleme ibret, vallahi de billahi de yaparım bu işi! Dediğimi yapmazsam, iyi dinle, bıyıklarımı keser, köy meydanına çıkıp eş-şek-ler gibi anırırım! Bunu böylece bil!

Kemal anasının söyleyeceklerine aldırmayıp merdivene yürüdü. Basamakları güpür güpür indi, sokak kapısını çarpıp köy içine daldı.

Ali, babasının gittiğinden iyice emin olduktan sonra başını yastıktan kaldırdı. Yattığı minderden kalkıp gölge gibi süzülerek ninesinin yanına geldi. Elif Ana duymadı onun gelişini. Oturduğu yerde kalakalmış, içini çeke çeke ağlıyordu. Ali okşar gibi:

- Ninee, dedi.

Elif Ana torununu dibinde görünce şaşırdı. Toparlanarak ağladığını gizlemeye çalıştı.

- Sen daha uyumadın mı ninem? Hadi, hadi git yat.  Gecenin bi yarısı oldu.

- Uykum yok, dedi Ali. Ninesine fırsat vermeden sürdürdü: Bak nine, anamı ben getiririm!

- Nee... Ananı mı getirirsin?

- Tabii!

Büyük bir sevinç yalımı esti Elif Ana’nın içinde. “Niye göndermemişti ki bugüne kadar çocuğu? Yalvarıp yakarıp anasının gönlünü çelebilirdi. Ana yüreği, hiç dayanır mı?” Ali’nin diyeceklerine iyice umut bağladı.

- Nasıl getireceksin bakalım ananı? De bakayım bana bi ninem...

Ali ayağa kalktı. Kendini daha bir güçlü göstermek için omuzlarını dikleştirdi:

- Bak nine, ben daha büyümedim mi? Yedime basmadım mı, ha?

- Büyüdün, büyüdün. Kocaman oldun.

- Anamı ben getiririm; sen hiç üzülme, hiç ağlama, e mi? Babam cici ana getirmesin. Ben anamı getiririm... Valla... İnan bana...

Bir koşuda ocak dibine vardı. Duvarda asılı çifteyi göstererek:

- Bu çifteyi gördün mü, nine? dedi. Sabah olunca duvardan alırım. Bir gözüne bir fişek, öteki gözüne de bir fişek... Ondan sonra taktım mı çifteyi omzuma, doğru köy içine...

Ocak dibinden koşarak ayrıldı, ninesinin yanına geldi. Yine, ağzını doldura doldura; ellerini, kollarını aça aça anlatmaya başladı:

- Bütün millet çifteyi omzumda görünce, Ali ne edecek, diye şaşıracak. Sonra, omzumda çifteyle, dooğru Kel Dayılarımın kapısına... Kapıya üst üste iki tekme:

“Heey, Kel Memet!”

“Ne vaar!”

“Verin anamı!”

“Vermeyiz!”

“Öyle mii? Al sana... Taak!”

Geberecek Kel Memet. Sonra yine bağırıcam:

“Ulan, Kel Yusuf! Verin anamı!”

“Vermeyiz!”

“Demek öylee! Bi de sana... Taak!”

Kel Dayılarımın leşlerini sericem kapı eşiğine. Sonra da kolundan tutup, “Kaaalk!” diyeceğim anama. “Kaalk, dooğru eve!”

Sen hiiç üzülme nine; babama de, cici ana getirmesin. Ben getiririm anamı...

Elif Ana bakışlarını torununun iri iri açılmış gözlerinde gezdirdi. Daha fazla dayanamayıp Ali’yi bağrına bastı, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.

Tam tepelerinden parlakça bir yıldız koptu, gölden tarafa akıp gitti. Elif Ana’yla Ali farkına varmadılar. Birkaç evde yanan ışıklar da sönünce köy daha bir koyu karanlığa gömüldü. Gökte ise yıldız sürüsü cingirdeşip duruyordu.














YÜZÜNDE GÖZYAŞI YÜREĞİMDE SANCI



Sevgideğer Bahrevski,*

Bu küçük çocuğun adıysa Şahin’di. On yaşında; akça yüzlü, çakır gözlüydü. Akranlarına göre boyu kısaydı; ama sınıfın en çalışkanıydı. O öğretim yılının sonunda beşe geçmişti.

Şahin’in yaşadığı köyün alt tarafında bahçeler, tarlalar, daha sonra da geniş otlaklar uzanıyordu. Otlaklardan sonrasını da etrafı sazlıklarla çevrili, ucu bucağı zor görünen, büyük bir göl kaplıyordu.

Mevsim daha yazın başları sayılırdı. Meyveler çiçekten kurtulmuş, topalağa dönmüştü. Kırlardan, bahçelerden gelen yeşil ot kokuları evlerin içlerine kadar siniyordu. İşte o günlerde, gölde av yasağı kalkmıştı. Köylülerin çoğu kayıklarına binip yolaklardan göle açılıyor, ağırlıkları beş altı kiloya varan sazan ve turnabalığı avlıyorlardı.

Yıldızların kaynaştığı o gece ay yoktu ortalıkta. Ortam yatı avı için çok uygundu. Şahin’in babası Şahan, iki arkadaşıyla bir olup göle gitmişti. Şahan’ın, av hazırlığı yaparken, “Sana kocaman kocaman balıklar getiricem koçum!” demesi, Şahin’i sevinçten deliye döndürmüştü. Gece erkenden yatmıştı Şahin; ama çakır gözlerine iki damlacık uyku girmek bilmemişti. Sabahleyin içi su dolu leğende balıklarla oynama hayali, yol gibi uzayıp gitmişti. Neden sonra varmıştı uykuya. Düşlerin bir kapısından bir kapısına girip çıkmış, hep babasıyla uğraşıp durmuştu.

Değerli Bahrevski; Şahin o sabah, ne mor şafağın söküşünü, ne de güneşin gölün karşı yakasındaki dağların ardından yekinip çıkışını gördü. Ta ki, yarım minare boyu yükselen güneş, yattığı odanın kapı, pencere aralıklarından girip üzerinde titreyince uyandı. Çakır gözleri hemen babasının yatağına kaydı. Yoktu babası. Telâşla fırladı evlerinin ayak damına. Damda balıklar da yoktu. Kurduğu hayaller bir anda yıkıldı. Akça yüzünü kara bir bulut kaplayıverdi.

Sevgili Bahrevski, o köyde çocuklar koşum hayvanlarını yaz boyu gütmeye götürürlerdi. Aslında bu iş çocuklara eğlence gibi gelirdi. Atlar, öküzler yeşil çayırlıklarda karınlarını doyururken; onlar da söğütlerin koyu gölgelerinde türlü türlü oyunlar oynarlardı. Yeşermiş söğüt dallarından düdükler; sarı, mor zambakların yeşil yapraklarından kedi merdivenleri, fırıldaklar yaparlardı. Güneş köyün batısındaki dağların doruklarına doğru inerken de köye dönerlerdi. Köy girişinde ortalığı toz duman içinde bırakırlar, ellerindeki düdükleri öttürüp yeri göğü inletirlerdi. Yükselen çığlıklardan rahatsız olan yaşlıların kızmaları pek hoşlarına giderdi.

İşte, o sabah; anası Şahin’i öküz gütmeye erken gönderdi. “Babam niye gelmedi?” sorusuna yanıt vermeden, akşamdan hazırladığı azık çıkısını Şahin’ in eline tutuşturdu. “Akşama kadar gelme,” diye de sıkı sıkı tembihledi. Şahin büyük bir şaşkınlık içinde öküzlerin ardından yürüdü gitti. Bir anlam veremedi erkence gidişine. Yol boyunca, babasının gelmeyişi, anasının davranışları geldi aklına. Ağladığını sezmişti anasının. Ama ağlamaktan da öte, kızgınlık gibi, öfke gibi bir şeyler vardı kara gözlerinde.

Kuşlukta otlağa varınca öküzleri kendi hallerine bıraktı. Kimseler yoktu daha ortalıkta. Azık çıkısından peynir dürümünü çıkardı. Yumurta dürümünü öğle için ayırdı. Daha ilk ısırığı yutarken yine babası geldi aklına. Ardından da, “Yoksa göle mi düştü babam?..” sorusu, yumruk gibi indi beynine. Çakır gözleri yaşardı, elinde dürümü tutacak güç kalmadı. “Acaba ağlamamam için mi öküz gütmeye yolladılar beni?..” diye düşünüyor, yüreğinin yağları eriyordu. Bir ara, babası öldüğünde Murat’ın öküz gütmeye gitmediğini anımsadı. Az da olsa yüreğine su serpildi. Kafasındaki kötü düşünceleri kovmaya çalıştı.

Murat’ın babasını soracaksın...

Selman, geçen yıl gölde boğulmuştu. Köylüler günlerce aramış, bulamamışlardı onu. Bir hafta sonra kıyıya vurmuştu ölüsü. Böcekler* kulaklarını, burnunu yemiş; tanınmaz hale getirmişlerdi yüzünü. Kokudan yanaşılamamış, avluda güçlükle yıkamışlardı köylüler cenazeyi. Murat, anası, kardeşleri kuşlar gibi çığrışmış; püskül püskül gözyaşı dökmüşlerdi...

Şahin’in bedenine çöreklenen sıkıntı kuşluk sonuna kadar sürdü. Babasının ölmediğini köyden gelen çocuklardan öğrendi. Çocuklar, “Ne gölde ölmesi, aslanım; babanı candarmalar götürmüş, haberin yok mu?..” dediler. “Bartınlı’nın evine girmiş baban, candarmalar da eline kelepçe vurup götürmüş!.. Baban artık gitti! Mapısta yatacak, deliklerden çildir çildir bakacak! Hey guzu hey, sen uyu!..”

Orada fazla duramadı Şahin. Öküzleri önüne katıp koştura koştura, ağlaya ağlaya eve geldi. Anası, geldiğinin farkına bile varmadı. Evleri kalabalıktı; her iki taraftan, kadınlı erkekli hısımları doluşmuştu. Bazen, olanlar hararetli hararetli anlatılıyor; bazen de başlar yere eğiliyor, evin hanayını ağır bir sessizlik kaplıyordu. Şahin anlatılanları dinliyordu; ama babasının o eve niçin gittiğini,  jandarma tarafından niçin götürüldüğünü tam olarak kavrayamıyordu.

Değerli Dostum, anlatılanlara göre olayın özü şuydu: Şahan o gece, yatsıdan önce, Bartınlı ve İzzet’le  bir olup gölün yolunu tutarlar. Kurbağa vıraklamalarıyla dolu kıyıya varınca lüksü yakarlar. Kayık, sırık ve zıpkınlar gözden geçirilir. Tam, kayığa binip de kıyıdan ayrılacakları sıra; Şahan, “Anam karnım!..” deyip yere kapaklanır. Giderek sancıdan kıvır kıvır kıvranır. Sancı az savuşunca, “Siz avlanın, ben eve dönücem,” der diğerlerine. Bartınlı, İzzet her ne kadar, “Biz de seninle gelelim,” deseler de Şahan’a söz geçiremezler. Şahan onları razı edip köyün yolunu tutar; diğerleri de gözleri arkada, kıyıdan ayrılırlar.

Bilirsin Bahrevski, insana basit gibi gelen kimi olaylar bazen, “Bak sen şu işe...” dedirtir. İşte bunun bir örneği yaşanır gölde: İzzet’in ters bir hareketi, lüksün suya düşmesine neden olur. Göz gözü görmeyince av yarıda kalır. Güç bela kıyıya ulaşırlar. Ordan da köye... Gecenin yarısı olmuş, ortalıkta el ayak çekilmiştir. Bartınlı üsteleyerek İzzet’i evine, çay içmeye çıkarır. Çıkınca da korkunç gerçekle karşılaşırlar: Şahan, Bartınlı’nın evinde, yatak odasındadır... İzzet’in çabalarıyla olay cinayete dönüşmez. Ama köy bir anda ayağa kalkar. Muhtar olayı telefonla karakola bildirir; şafağa doğru da jandarma gelir, Şahan’ı, Bartınlı’nın karısını alıp ilçeye götürür.

Bahrevski bilirsin, gizli kaldığı sürece bu tür ilişkiler olağanmış sayılır. Ama açığa çıkınca... Bu konu günlerce evlerde, kahvelerde, tarlalarda konuşuldu durdu. Bartınlı gibi, Şahan’ın babası da, kardeşleri de el içine çıkamadılar. Lânetler yağdırdılar Şahan’a, düşmediler ardına.

Günler akıp gitti bir bir, yazın ortaları gelip çattı. Oraklar vuruldu, saplar harman yerlerine taşındı. Şahinler dayılarının yardımıyla harmanı kaldırmaya çalıştı. Babasının adı eskisi gibi geçmiyordu artık. Anası, arada bir şeye kızınca ağlıyor; ardından da küfürler yağdırıyordu Şahan’a. Şahin’se üzülüyordu babası aklına geldikçe. Anasına, dedesine, amcalarına kızıyordu babasını aramadıkları için. Ne zaman “Baba” dese, hemen pusturuluyordu.

Doruklardaki karların iyice azaldığı bir gün harman bitti. Sonrası günlerde Şahin yine öküzlerini gütmeye götürdü... Dalda yaprağın kımıldamadığı bir öğle üzeriydi. Güneş tepeye dikilmiş, sıcak çökmüştü. O sıra Şahin söğüt ağacına çıkmış, gölgede geviş getiren öküzleri için elindeki tahrayla çilindirik* yeliyordu. Bir ara, şoseden gecen taksiler, otobüsler, kamyonlar, dikkatini çekti. Özellikle ilçe yönüne doğru gidenleri uzun uzun takip etti...

Akşam eve gelince anasına gördüklerini anlattı. Sonunda lâfı döndürüp dolaştırıp babasına getirdi: “Ciğerim anam, n’olursun, bir kerecik olsun babamı görmeye gidelim!” dedi. “Çok özledim!” Anası her zamanki gibi kızdı. “Olmaz!” dedi. “O yuva bozan, hasret kalacak sana; kokunu arayacak!..” Yalvarmaları yakarmaları boşa gitti Şahin’in. Anasının yüreğini yumuşatamadı, ağladı durdu. Karşılığı ise bir temiz dayak oldu. Anası daha da hırsını alamadı, damlarına çöküp yıldızlı göğe el açtı; ilendi durdu saatlerce.

Sevgili Bahrevski; ertesi gün kuşlukta, hapishane kapısında, elinde sepet, ağlıyordu Şahin... Neden mi? Kapıdaki görevli, “Bugün görüş günü değil. Hem seni yalnız alamam, annenle gel,” diyordu. Nasıl kaçıp gelebilirdi bir daha?..

O gün, şafak sökerken kalkmıştı yatağından. Anasını uyandırmadan üstünü giyinmiş; dolaptan parayı, öbür odadan babasının yün çoraplarını, hanaydaki sepeti çıt çıkarmadan almış; gölge gibi süzülmüştü evden. Güneş yüzünü gösterirken de  bahçelerine varmıştı. Mısır, salatalık, biber, domates koparmıştı babası için. Onca yükle, uçarak gelmişti şoseye. İlk gelen araca da binmişti. Kamyonun şoförü yol parasını, bir salatalığa saymıştı...

Şahin’in yalvarması, ağlaması sonuç vermedi. Görevli, “Yavrum, köyüne git,” dedi. “Annenle gel, görüş günü çarşamba...” Şahin, babasıyla görüşemeyeceğini anlayınca, “O zaman, bu sepeti babama verin amca,” dedi. “Bak bu olur işte,” deyip sepeti aldı görevli. Şahin, gözyaşlarını sel edip taş yapının önünden ayrıldı.

Dostum Bahrevski, “Oyun” adlı öykünde dediğin gibi -her öykünün bir sonu vardır- bu öykünün de bir sonu var...

Güzün ucuna erişilmişti artık. Sabahlar daha serinlemiş, yapraklar ve güneş biraz daha sararmıştı. Okulların açıldığı gün Şahin elime bir kağıt tutuşturdu. Kağıtta, “Şahinim, getirdiğin hediyeyi aldım. Canım yavrum, sağ ol. Sizsiz geçen günlerimde, bir daha yüzünüze bakamayacağımı anladım. Çakır gözlerinden öperim oğlum... Baban Şahan” yazılıydı.

Evet, tahmin ettiğin gibi oldu Bahrevski; o mektubu gönderdikten sonra, Şahan kendini asmıştı...

Şahin mektubu katlayıp önlüğünün cebine koyarken; onun yüzünde gözyaşı, benimse yüreğimde sancı vardı...

Bahrevski, Dostum; sana derim ki: Keşke Şahin de -En* gibi- babasını görebilseydi...

Bahrevski, Sevgili Küçük En’in Dostu; kucak kucak selâm sana...

Şahin’in Öğretmeni


 


 


 


 


ÇEEEK TÜRK OĞLU ÇEK




Baba, pencere önündeki sedirdeydi. Oğulları ise duvar diplerine serili minderlerde, sırtlarını kazık yastıklara vermiş, öyle, sessiz oturuyorlardı. Bazen, ağlamaktan iyice çökmüş gözler birbirlerine takılıp kalıyor, durgunluklarına diş geçiremiyorlardı. Arada bir; yüzleri süzülmüş, benizleri uçmuş gelinler; haşarılıklarına gem vurmuş küçük torunlar odaya giriyor, havayı bozmuyorlardı…


Mevsim daha güzün ortalarıydı. Ama havalar birden bozmuş, kışı kapıya dayamıştı sanki. Önce dallarda tek bir sarı yaprak komayan sert rüzgârlar esmiş, ardından da günlerce dinmek bilmeyen yağmurlar yağmıştı. Köyde güz işleri yarıda kalmıştı hep. Pancarların sökümü bitirilememiş, güzlük ekinlerse ekilememişti. Anca sebzelikler bozulmuş, güz meyveleri toplanmıştı. Tarlalar, bahçeler çamura karmış; el ayak oynamaz olmuştu. İşte, herkesin eli böğründe kaldığı bu günlerde, ana sessiz sedasız çekip gitmişti aralarından. Üç gün önce... Akıllara, düşlere gelmeyen bir çaresizlik, bir sessiz telaş; köşe bucak, her şeye sinmiş bir durgunluk bırakmıştı ardında. Geride kalanların yüreklerine mıh gibi çakılıp kalan acı, yüzleri muma döndürmüştü…


Küçük oğul, sobaya iki odun daha atıp sönmeye yüz tutmuş ateşi canlandırdı. Yerine otururken bakışları camdan dışarı kaydı.

-Şu havanın da ettiğine bak, diyerek çöreklenmiş sessizliği bozmak istedi.

Sözü havada asılı kaldı. Diğerlerinden çıt çıkmadı. Baba, başını pencereye çevirip bakışlarını dışarı, karşıki dağlara doğru uzattı. Yağmur bulutları doruklardan eteklere doğru yine sağılmıştı. Şahan Deresi, Yörükler’in kiremit damlı üç beş evi belli belirsiz seçiliyordu. Sozanlı, daha ötelerde Ulupınar da öyleydi. Bakışları tekrar Şahan Deresi’ne çevrildi, oraya çakılıp kaldı.

Oğulları babayı düşünüyorlardı. “Ananın yokluğu nasıl giderilecek? Yaşam bundan sonra nasıl kovalanacak?” Erken de olsa bu ve benzeri sorular ara da bir zihinleri yokluyordu. Ortanca, üç beş gün sonra çoluğunu çocuğunu alıp gidecekti görev yaptığı kente. Diğerleri ise köyde gündelik işlerine koyulacaklardı. Ancak, acıyı paylaşmaya gelenler konuyu açtıkça; onlar babaları için pek sorunun olmadığını, “Bakarız...” diyerek, dile getiriyorlardı. Hele küçük, büyük bir içtenlikle, “Alır giderim evime, paşalar gibi bakarım. Kızlarım, pervane olurlar etrafında...” diyordu. Babanın yanında kesinlikle konuşulmuyordu bu konu. Biraz daha zamana gerek duyuluyordu.

Baba birden başını çevirdi. Ortancaya bakarak:

- Bir baba düşmanla niye savaşır? Okulda çocuklara hiç anlattın mı bunu sen? diye sordu.

Ortanca şaşırdı. Ne demek istediğini anlayamadı. Baba sürdürdü:

- Deden İstiklâl Harbi’nde savaştı. Pek çok düşman öldürdüğünü anlatır dururdu size. Dolabında sakladığı madalyasını gösterirdi...

Kısa bir duraksamadan sonra gönül kırgınlığını bildiren bir, “Hııı...” çekti.

Bakışlarını babanın iyice çökmüş kemikli yüzünde, yaşaran gözlerinde gezdiriyorlardı oğulları. Lâfı nereye getireceğini çözmeye çalışıyorlardı.

- Ben babamı hiç sevmedim! dedi ağlamaklı bir sesle. Der demez de gözlerinden yaşlar şıpır şıpır dökülüverdi. Yürekleri paralayan ağlaması ortalığı kapladı...

Babanın bu hali karşısında oğulların içlerinden ilmekler kopuyordu. Canları, özleri dayanmıyordu. Büyük, kendini toparlayarak:

- Olan olmuş baba, dedi. Eskileri aklına getirip de...

O da tıkanıp kaldı, başladı ağlamaya. Ardından diğerleri...

Sesleri duyup gelen torunlar kapı aralığından üzgün bakışlarla süzmeye başladılar onları.

Az sonra baba, cebinden çıkardığı mendili açıp yüzündeki yaşları sildi. Hıçkırıklarını tutup, toparlanmaya çalıştı:

- Sevemedim... Tüm sevgisini esirgedi benden...

Ortanca yalvararak:

- Baba, n’olur anlatma, dedi.

- Yoo! dedi baba büyük bir kararlılıkla. Bilin...

Pencereye döndü, eliyle dağları göstererek devam etti:

- Şahan Deresi’ni görüyor musunuz? Korkuyu ürküyü ben oralarda yaşadım; yalnızlığın ne büyük bir dert olduğunu oralarda öğrendim...

Oğullar ağlamalarını kesip, dikkat kesildiler. Babalarının böylesine bir iç döküşüne ilk kez tanık oluyorlardı. Onun hakkında ne biliyorlarsa, hep analarından duymuşlardı.

- Ben öz anamı hiç bilmedim. Adım haşarıya çıkmıştı bir kere, dayakla değnekle büyüdüm. Baba korkusu, üvey ana korkusu kemiklerime işlemişti... Sekiz on yaşlarındaydım daha. Bahar gelince köyümüzün dört bir yanı ottan geçilmezdi. Akranlarım hayvanlarını köyün meralarında güderken, dedeniz beni beygirleri gütmeye, taa, Şahan Deresi’ne yollardı. Azık çıkımı belime dolar, çıkardım köyden. Yörükler’den geçmek bir dertti. Evlerden çıkan dam boyu köpekler ısıracak diye ödüm sıdardı. Varırdım dereye. Üç dönümlük bir harman yeriydi orası... Belki bilirsiniz, Yörük Süleymanı’na sattığımız tarlanın yanıbaşı... Ot çöp ne gezer, zavallı beygirler akşamlara kadar tahta gibi yeri kemirir dururlardı. Akşamlar olmak bilmezdi bir türlü. Yalnızlıktan kıvranır dururdum. Bi çalı çıldırdasa, gökte bi kuş cıyaklasa yüreğim ağzıma gelirdi. Korkumu yenmek için çareler arardım. Çare... Çare, yok... Ne yapacaksın ki... Assılırdım türküyü, assılırdım türküyü... Dağda odun eden Yörük karıları...

Tıkanıverdi yine. İçi coşup geldi, gözlerinden yaşlar şıpır şıpır dökülmeye başladı. Ağlamayla karışık sürdürdü:

-Çeek Türk oğlu, çeek! derlerdi bana. Onların sesini duyunca sevinirdim, assılırdım türküyü... Eve erken gelsem bi araba dayak, geç gelsem yine öyle... Taa, oraklara kadar sürerdi bu işkence. Çocuk aklımla bilemezdim babamın niye böyle ettiğini. Sonraları anladım işin iç yüzünü; meğer, mal derdiymiş...

Küçük oğlu:

- O nasıl oluyor? dedi büyük bir merakla.

- Anlatayım... Şimdi, ana tarafımdan nineme Hacı Musa Kızı derlermiş. Tek çocukmuş. Ondan anam olmuş. Onun da kardeşi yok… Derken, evlenmiş babamla, ben olmuşum; daha bir yaşıma girmeden anam ölmüş. Ninem sonradan ölünce onca mal bana kalmış. Anladın mı şimdi? Bir gün babamla Abdil Dayım -ana tarafìmdan hısım, uzaktan- kavga ettiler köyün ortasında benim yüzümden. Abdil Dayımgil beni almak istiyorlardı. Babam vermiyordu. Dayımın, “Senin niyetin çocuğu öldürüp ninesinden kalan mallara konmak!” deyişi hâlâ kulaklarımda. İşte, böyle... Ölmedim; ama pek de gün yüzü görmedim. Göstermediler...


Mendille yüzünü sildi. Başını yine pencereye çevirdi. Ortanca oğlu derin bir iç çekerek:

- Bize de göstermedi sevgisini, dedi. Şöyle bir içten gelerek, dedem, diye sarılamadık…

- Neleer neler olmuş, dedi en küçükleri.

Büyük:

- Öyle, diyerek sürdürdü, anam anlatırdı hep... Yalancı dünya, herkesin ettiği yanına...

Sustular. Koyu sessizlik yine kapladı ortalığı...

Bir ara, dışardan gelen ayak sesleri, anlaşılmayan konuşmalar kulaklarına çalındı oğulların. Baba farkında değildi. Dağlara doğru bakıyordu. Küçük, kalkıp kapıya yürüdü. Dış kapıda, komşu kasabadan başsağlığına gelenler vardı. Ayakkabılarını çıkarıyorlardı. İçeriye dönüp babasına:

- İbrahim Emmigil geliyor, dedi, Dereçine’den...

Abileri kalkıp kapıya yürüdüler.

Babanın bakışları Şahan Deresi’ne çakılıp kalmıştı. Kulağında, Yörük karılarının sesi... İçinden türkü assılmak geliyordu.
























NİSAN YAZI



Önündeki kâğıdın aklığı birden yitiverdi. Pencereye kaydı bakışları. Şaşırdı. Vakit daha ikindi bile değildi; ama ortalık kararmıştı. Kalemi, kâğıdı bırakıp tek katlı lojmanın balkonuna çıktı. Sonra başını kaldırıp havaya baktı. İnanamadı. Yağmur bulutları kaplamıştı göğü. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, “Az önce, az önce cam gibiydi hava...”

İki basamaklı merdivenden indi, lojmanın önündeki meydanlığa doğru yürürken bakışlarını ufuklara çevirdi. Demirli tarafları, Sarıcaova tarafları, Akviran, Gazlıgöl... Her bir taraf tıkanmıştı.

“Güzeel!” dedi. “Sonunda geldiler. Sessiz sedasız...”

- Yağ yağ yaağmuur,

Teknede haamuur!

Seslerin geldiği tarafa baktı. Höyüğün tepesine doğru çıkan ara sokakta, kızlı oğlanlı, bir alay çocuk... Tepeye doğru tırmanıyorlar, hep bir ağızdan Allah’a seslenip O’ndan yağmur yağdırmasını istiyorlardı.

- Ver Allah’ım veer!

Sellice yağmur!

Bakışlarını köyün evlerinde gezdirdi. Höyüğün bu yamacındaki evlerin kapı önlerinde, toprak damlarında kadınlar, erkekler arada başlarını kaldırıp göğe bakıyorlardı. Az ileriden geçen bir köylüyle göz göze geldi. Köylü göğü göstererek:

- Yağacak artık, hoca! dedi. Mutluluk akıyordu yüzünden.

Şimşek çaktı birden. Göğün her bir yanına yılandili ışıklar yayıldı. Ardından da gürlemeler... Sevinç çığlıkları, bağırışlar yükseldi köy içinden:

- Heeey!

- Ver Allah’ım veeer!

- Sellicee!

İlk damlalar düşmeye başladı tek tük. Başını kaldırdı göğe. Arada bir ağzına, gözüne düşüyordu damlalar. Giderek sepelenmeye başladı toprağın yüzüne. Sepelendikçe de yerden hafif bir toz bulutu kalkıyordu. Tıpırtılar hoşuna gidiyor, havaya yayılan toprağın kokusunu duyuyordu artık. Derin derin içine çekti havayı: “Miiss...„

Höyük bayırından aşağı çocuklar koşarak indiler. Bağrış çağrış içinde yarışıyorlardı yağmurla. Az ötedeki meydanlıkta dört dönüp birbirleriyle kuduruşmaya başladılar. Sevinçleri bedenlerinden taşıyor, yağmurun tadını çıkarıyorlardı. Sonra alt yola sapıp çığlık çığlığa uzaklaştılar.

Balkona gelip sandalyeye oturdu, yağmurun yağışını seyretmeye başladı. Islak tıpırtılar çoğaldıkça toprağın rengi de giderek koyulaşıyordu.

- Hocaa!

Baktı, Murat... Yan tarafta, bahçe duvarına dayanmış, yüzünde çocukça bir gülüş...

Murat’a yağmuru göstererek:

- Nasıl… dedi.

- Yaşadık! Yaşadık!

Bahçe duvarından atlayıverdi Murat. Merdiveni çıkıp yanına geldi.

- Tarladan mı?

- Tarladan...

- Gözlerinin içi gülüyor be... Geç otur.

Sandalyeyi gösterdi. Murat şapkasını çıkardı:

- Ver Allah’ım veeer! diyerek bağırdı. Ardından şapkayı masaya çarptı. Başladı kıkır kıkır gülmeye.

Murat’ın bu haline sevindi.

- Otur hele, otur.

Murat sandalyeyi çekip oturdu.

- Bakıyorum keyfin yerinde...

- Ne diyorsun sen hoca, ne diyorsun! Duman olmuştuk, duman!

- Çok geç kaldı. Faydası olur mu ekinlere?

- Olur oluur! İşaret parmağını göstererek, Şöyle bir saat, bir saat...

Cebinden çakmağı, paketi çıkarıp önüne attı.

- Yak bakalım hoca...


Öğretmen dostuydu Murat. Muratlar köyünün onca Murat’ından biriydi. Çoğu zaman böyle çıkagelir, oturur konuşurlardı saatlerce. Kimileyin gece ya-rılarını bulurdu söyleşileri. Kitapları, dergileri karış-tırır; ilgisini çeken yazıları bir köşeye çekilip okur-du. Bazen tartışırdı. Güzel düşünceler ortaya atardı. Ama her seferinde de, “Sen yine de dediklerime bak-ma, ayağı çarıklının lâfı mı olur? Kafamız çalışsay-dı okur, adam olurduk,” der; hem alçakgönüllülük gösterir, hem de içlenirdi.

Yoksuldu. Yazı kışa, kışı yaza; ucu ucuna denk getirirdi. Beş kişilik ailesinin tüm rızkı dört dönüm toprağa, sekiz on koyuna bağlıydı…


Yan gözle Murat’a baktı. Konuşmuyordu Murat, keyifli keyifli sigarasını içiyor, yağmurun tadını çıkarıyordu.“Yüzü gülüyor artık,” dedi içinden…


Oysa nisan ayı boyunca şu gülüşün kırıntısını bile görememişti onun yüzünde. Çünkü her yıl günlerce yağan bereketli bahar yağmurlarının tek bir damlası düşmemişti. Topraktan göverip çıkan ekinler bir iki karış boylanmış, kalakalmıştı. Yeşile çalan yöre günden güne solmuş; derelerde, hendeklerde sular çekilmiş, toprak damar damar çatlamaya başlamıştı.

Yine bir tarla dönüşü karşılaşmıştı Murat’la. Canı sıkkındı. Sorunca, “Bizim ekinler başak bağlamadan tırpana selâm salmış, hoca… Dersin ki temmuz, ağustos gelip çattı. Koca Kudret, bi yağdırmadı gitti. Hani, insanın dinden, imandan...” deyip yürümüştü.

Tüm köylü yaman bir çaresizlik yaşamıştı o günlerde. Gelecek kışı arkalayamama korkusu gelip çöreklenmişti yüreklere. “Ne günah işledik ki?” sorusu dudaklardan hiç düşmemişti. Her sabah kalktıklarında, “Acaba...”deyip başlarını köyün kuzey taraflarına çevirmişler, Demirli Köyü’nün ötesindeki mor dağların doruklarında beliren dört topak ak buluta umut bağlamışlardı. Günler bir bir akıp gitmiş; nedense, bir türlü gelmemişti beklenen.

Suratların iyice gülmeyi unuttuğu, öfkelerin yüreklerde dağ gibi kabardığı bir gün -okulun son haftası- muhtar çıkıp gelmişti okula. “Hoca,” demişti, “yarın mübarek cuma, okulu tatil et. Köycek yağmur duasına çıkılacak. Belki çocukların yüzü suyu hürmetine...” Ne düşündüğünü bile sormadan çekip gitmişti muhtar. Ne yapabilirdi? Tam bir çıkmaz... Çocukları ardına düşürüp yağmur duasına katılsa; onca emeklerini, çabalarını bir çırpıda çiğnemiş olacaktı. Taze yüreklerin karşısına bir daha nasıl çıkabilirdi? Katılmasa; köylülerin burnundan soluduğu, başlarına gelen musibetin sorumlusunu aradıkları o günlerde, dikkatleri üzerine çekecek, baş suçlu olup çıkacaktı. Bıçak sırtındaydı...

Sonunda iki yoldan birini seçmişti: Katılmışlardı... “Varsın, duanın hemen ardından, yöreyi günlerce sellere boğan yağmurlar yağsın; varsın, tek bir damla yağmasın; çocuklar işin bu yönünü de görsün...” demişti.

Ertesi gün sabahtan komşu yedi köye haberler salınmıştı. Karacaahmet’e, Belce’ye, Demirli’ye, Akviran’a... Birkaç varsıl, imamın önderliğinde kurbanlar kesmişti. Önceden adak adayanlar da yerine getirmişlerdi adaklarını. Kuşlukta yedi köyün imamları ve ileri gelenleri çıkıp gelmişlerdi köye. Sonra höyük tepesindeki meydanlığa sofralar kurulmuştu öğleye kadar. Kurban etleriyle pişirilen yemekler hep birlikte yenilmişti.

Cuma hutbesi Karacaahmet’in imamı tarafından okunmuştu. İmam, Allah’ın büyüklüğünden, takdirinden söz etmiş; yaşanılan kuraklığı işlenen suçlara, günahlara bağlamıştı. Köylülere, kendilerine çeki düzen vermezlerse, daha da beter olacaklarını, torba takınıp köy köy, şehir şehir dileneceklerini söyleyip esmiş yağmış; yüreklere korku salmıştı. “Çocuk ağlamayınca meme verilmez, yer ağlamayınca gökten yağmur inmez!” deyip yapılacak yağmur duasının önemini vurgulamıştı ardından. Sonra kuralları bir bir hatırlatmış; aralarında küsler, dargınlar varsa, kesinlikle barışmalarını istemişti. Şayet barışmazlarsa, üstelik de duaya katılırlarsa, duanın kesinlikle kabûl görmeyeceğini peşin peşin söylemişti. Daha sonra da “Biz günahkâr kulları affet!” deyip Allah’a seslenmiş, uzun uzun dualar etmişti. Ağızlardan yükselen “Aamiin!” sesleri caminin tavanında yankılanmış, hutbe tamamlanmıştı.

Namazdan sonra cami önünde toplanılmış, kurallar gereği en öne çocuklar geçirilmişti. Onların üzerlerine elden geldiğince eski, yoşuk elbiseler giydirilmişti. Uyarılara harfiyen uymuşlardı çocuklar. Yol boyunca boyunlarını bükmüş, ağlamaklı gözlerle bakmışlardı etrafa. Arada bir gülenler, büyükler tarafından sertçe azarlanmıştı. Çocukların ardından imamlar yer almıştı. Sonra yaşlılar, orta yaşlılar, gençler saf tutmuştu. Gençlerin sekiz on adım gerisinde de kadınlar, kızlar... Hep bir ağızdan ilâhiler okuyarak, Allah’a yalvararak harman yerine varmışlardı. Yönler Demirli taraflarına doğru çevrilmiş, gözler ak bulutlara dikilmişti uzun uzun. Aynı imam Kuran’dan sureler okumuş, bulutları gönderip yağmuru yağdırması için Allah’a niyazlarda bulunmuştu. Avuçlar yere doğru açılmış, “Yaağ! Yaağ!” sesleri göğe yükselmişti. Başta kadınlar olmak üzere, ağlayanlar olmuştu içlerinde. Dua bitmiş; ama mor dağların doruklarındaki ak bulutlar, milim kıpırdamamıştı. Umutların un ufak olmaya başladığı sıra, imam karşılarına geçmiş, “Allah’tan umudunuzu kesmeyin!” deyip dağılmalarını söylemişti. Başlar öne eğik dönülmüştü köye.

Bu konu günlerce konuşulmuştu köylüler arasında. Kimileri, “Adam hem düşmanıyla barışmadı,   hem de duaya katıldı; hiç yağar mı arkadaş?” deyip suçu birilerine yüklemeye kalkışmış; kimileriyse, “Hikâye bunlar, hikâye,” deyip el sallamıştı…


- Gagooş! diye bağırdı Murat oturduğu yerden.

Höyüğe doğru gitmekte olan köylü, durup baktı.

- Nasılsın, nasılsın?

- İyiyim Murat, iyiyim!

- Yağmuru görünce iyiyim dersin, kerata senii! Hadi yine, torba takınıp köy köy dolaşmayacaksın...

Gagoş’un ağzı kulaklarına varıyordu. El sallayıp bayıra sardı.

Şimşekler daha yakından, daha sık çakmaya başladı. Hemen ardından gürlemeler kaplıyordu ortalığı. Damlalar da giderek daha iri, daha sık düşüyordu. Meydanlık iyice çamura karmış, çukur yerlerde gölcükler oluşmuştu.

Birden bir şimşek daha! Kopan gürlemeyle birlikte:

- Ver Allah’ım veer! Ekin-leree, ekin-leree! deyip şapkasını göğe fırlattı Murat. Selli-cee! Selli-cee!

- Dur, dedi, dur delirme...

Kalkıp yürüdü Murat.

- Nereye?

- Ben gidiyorum.

- Yağmur dursun, öyle git.

- Ne, durması... Yağsın, de, yağsın!

- Hay Allah...

Her ikisi de gülmeye başladı.

- Gördün mü hoca; unutma, ateş düştüğü yeri yakar...

Aşağı inip şapkasını çamurdan aldı, başına giydi. Karşı meydanlığa doğru yürümeye başladı. Arada başını kaldırıp:

- Yaağ! Yağ Allah’ım, yaağ! diyerek bağırıyordu.

Baktı, çakmak... Masanın üstünde...

- Muraat!

Dönüp baktı.

Çakmağı göstererek:

- Unuttun! dedi.

Murat elini sallayarak:

- Sende kalsın! diye yanıt verdi. Yadigârım olsun!

Yürüdü. Meydanı geçip bayıra sardı. Daha höyüğü yarılamadan yitiverdi ıslaklıkta.

O ise, oturduğu yerde, elinde çakmak, kalakalmıştı.

Yağmur gittikçe azıtıyor, hava daha da kararıyordu. Karşıki höyük, evleri damları, silinmişti gözden. Muratlar yüzüyordu bulutun içinde. Şimşekler art arda çaktıkça gök şaklanıp dilimleniyor; oluşan şavklardan köy bir görünüp bir yok oluyordu. Ardından da yürekleri ürperten gürlemeler kaplıyordu ortalığı.

Birden, bir cayırtı daha!

Ne olup bittiğini anlayamadan, kendini, bir anda giriş kapısının eşiğinde, yere kapaklanmış buldu. Ağzı dili tutulmuştu. Zihnini toparlayamıyordu bir türlü. Gök parça parça dökülmüş, dünyanın sonu gelmişti sanki. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı bu kez. Evler damlar, yollar, bayırlar... Sular seller içindeydi Muratlar. 

“Dinmeli, dinmeli artık...” demeye başladı mırıldanarak. Korkuyordu bu kudurmuş gökten, hiç dinmeyecek hissi veren bu yağmurdan, tüyleri diken diken eden bu seslerden...

Hafif bir yel çıktı neden sonra. Giderek gücünü gösterdi; damlaları savurmaya başladı o yana, bu yana. “Bu, iyiye işaret...” dedi içinden. Bulutların dağılacağını, yağmurun duracağını tahmin ediyordu.

Yanılmadı. Yel hızını artırınca, yükselip dağılmaya başladı bulutlar. Höyük, eteklerden başlayarak yavaş yavaş gözünün önünde yükseliverdi. Damlalar giderek azaldı, tek tük tıpırtıya dönüştü. Sonra yel de kayboldu; az önceki şimşeğin, yağmurun, sisin yerini gümüş bir aydınlık kaplayıverdi.

Sesler gelmeye başladı birden. Höyüğün arka taraflarından; bağırışlar, çığırışlar... Höyüğün bu yamacındaki evlerden çıkanlar oluyor, yokuş yukarı koşuyorlardı.

Meraklandı... Balkondan inip sulara, çamurlara bata çıka yürüdü höyüğe doğru. Bayırı yarılayınca yandaki evden telâşla fırlayan bir köylüyle burun buruna geldi.

- N’olmuş?

- Yıldırım, yıldırım düşmüş diyorlar! Murat’a, Köseler’in Murat’a!

Dizlerinin bağı çözülüverdi bir anda, adım atacak gücü kalmadı. Yaşaran gözlerini göğe çevirdi. Kaçıyordu bulutlar. Demirli taraflarına doğru...

Yürümeye başladı. Her adımda feryatlar daha bir yaklaşıyor, daha bir çoğalıyordu. Avcundaki çakmak ise yürek olmuştu sanki, zonkluyordu...













 


 


 


 


     


 


 


 


KARŞI DAĞDAN GELEN SES




Kadir içerden bardakları, şekeri tepsiyle getirip balkondaki masaya koydu. Cemal farkına varmadı.   Sandalyede kıpırtısız oturuyor; köyün üç kilometre kadar uzağındaki dağlara bakıyordu. Kadir kaşığı bardağın içinde şıngırdattı… Cemal’den yine ses yok. “Sözüm ona sürpriz yapacaktım,” diye içinden geçirdi. Kaşığı daha hızlı şıngırdattı…

- Heey...

Cemal, uykudan uyanıyormuşçasına, başını çevirip boş gözlerle baktı.

- Ne var hoca?

- Öldün mü be adam? Baksana, çay...

- Haa...

Tekrar önceki baktığı yere doğru çevirdi başını. Oysa her gelişinde, “Çay, çay...” deyip başının etini yerdi.

Cemal’in bu tavrı Kadir’in garibine gitti. Çaydanlığı getirmek için içeri girdi.

Bulundukları lojman, okul büyük bir tepenin üzerindeydi. Tepeden eteklere doğru Gölçayır köyü nün evleri sıralanıyordu. Evlerin bitiminden başlayıp karşıki dağların eteklerine kadar da geniş, ağaçlı bir düzlük uzanıyordu. Bu mevsimde, yeşile hasret bu kuru görüntü yine de göze hoş görünüyordu. Mevsim kışın sonu sayılırdı. Havalar son günlerde iyi gidince karlar çekilmiş, doğa çıtırdamaya başlamıştı. Birkaç gün daha böyle giderse havalar, bahar kapıda demekti. İşte, onlar da yaz günlerini andıran, güneşli, ılık, bu ikindi üzeri havanın güzelliğine kapılıp balkona masa, sandalye çıkarmışlar; orada söyleşmek istemişlerdi.

Kadir çaydanlığı getirip tepsinin yanına koydu, sandalyeye oturdu. Cemal yine ilgisizdi. Onun bu haline daha fazla dayanamadı Kadir:

- Heey, sana diyorum Cemal Efendi... Dilini mi yuttun be adam? Baksana; çay, çay!

Cemal yine başını çevirip baktı. Bu kez candan bir gülüş fırlattı.

- Şükürler olsun sana Tanrım...

Cemal daha bir içten güldü.

- N’oldu sana böyle Cemal Aga? Tatlı tatlı konuşuyordun. Bir anda...

- Daldım be Kadir.

- Nerelere?

Utanır gibi oldu. Bakışlarını yere düşürdü. Sonra elini sallayarak:

- Boş ver, dedi. Koy şu çayı.

- Çayı koyarım da, seni derin derin deryalara daldıran şeyi bilmek isterim.

Cemal daha bir iç çekti:

- Boş veeer...

- Bana bak, söyleyeceksin her neyse. Ya değilse sana çay yok.

- Hop hop! Çayı karıştırma...

Kadir bu tepkiyi fırsat bilip yapmacık bir tavırla işi yokuşa sürmeye çalıştı:

- Kendin bilirsin... Anlatırsan, içersin çayı...

Cemal gülmeye başladı. Ela gözleri oyuklarında fıldırdıyor, gür bıyıklarının altından sararmış dişleri görünüyordu.

- Gül sen, güül...

Kendi bardağına çay koydu Kadir, şeker atıp karıştırdı. Sonra oldukça höpürtülü bir yudum aldı çaydan.

- Vay bee, şuna bak! Mübarek, tavşan...

Ardından bir yudum daha... Cemal gülmeyi kesip, yutkundu. Sonra gücenik gücenik:

- Ne yani, şimdi bana çay yok mu? dedi.

- Sana bağlı. Anlat meseleyi. Hadi, bir yandan da ben çayını koyayım.

Cemal sandalyeden fırlayıp çaydanlığı kaptı, Kadir de atik davranıp boş bardağı...

- Hoca bardağı ver.

- Vermem.

- Ver, dedim!

- Ben de vermem, dedim!

- Bak hoca, sonu kötü olur ama...

- Ne yaparsın ki?

- Dökerim çayı. İnan ki dökerim!

- Dökersen dök. Bak, bir bardak da olsa içiyorum ben. Ya sen...

Cemal bir an kalakaldı. Önce elindeki çaydanlığa baktı, sonra Kadir’e... Kapışmadan yengiyle çıkmanın mutluluğu Kadir’in yüzüne gelip oturmuştu. Çaydanlığı masaya bıraktı, usulca sandalyeye oturdu.

- Hah şöyle, yola gel...

- Öyle olsun bakalım...

Kadir, Cemal’in bardağına çay koydu. Ortalık bir an sessizliğe durdu.

- Hadi, içsene.

- İçeriz bakalım...

Kadir, davranışından dolayı eksiklendi. Gönlünü almaya çalışarak:

- Dur canım, darılma hemen, dedi. Benimkisi şakaydı. Anlatılacak şey vardır, anlatılmayacak şey... Hadi, soğutma şu çayı, iç...

Cemal bakışlarını tekrar dağlara uzattı. Epey süzdü oraları. Sonra:

- Duyuyor musun hoca? dedi.

Kadir, onun baktığı yöne çevirdi başını, kulak kesildi...

- Neyi?

- Akordiyon sesini.

- Akordiyon mu?

- Evet.

Kadir bakışlarını, karşı dağın doruklarında, eteklerinde gezdirdi. Komşu Akbaba köyünün kiremit damlı evleri, ağaçların arasından belli belirsiz seçiliyordu.

- Arada benim de kulağıma geliyor. Çerkezler düğün ediyorlar sanırım...

- Öyle, düğün ediyorlar... Çalınan, Kazaska...

Çaydan bir yudum aldı.

- Sen de farkındasın, köyde benim akranlarım dan pek kimse yoktur. Almanya’lara, büyük şehirlere gidip iş tuttular. Çoğu temelli yerleşti oralara. Köye uğramaz oldular. Ben de gittim Almanya’ya. İki yıl kaldım oralarda. İnan ki, kaldığım o sürede bile, aklımdan çıkmadı şu karşıki dağ, ille de şu gelen ses... Şimdi anladın mı dalıp dalıp gidişimi?

Ilımış çayı art arda yudumlayıp bitirdi. Boş bardağı Kadir’in önüne sürdü. Masada duran paketten bir sigara alıp yaktı. Ağzından, burnundan dumanlar savurdu önüne.

Kadir şaşırmıştı. Bir dağın, bir sesin insanı böylesine derinden etkileyebileceğine pek anlam veremiyordu.

- Bizim köyün arazi suyu nereden gelir, bilir misin?

Cemal, sorunun yanıtını beklemeden başını tekrar karşı dağlara çevirdi. Eliyle tek bir noktayı göstererek:

- Aha, o ağaçlı dereden, dedi. Bak, Akbaba’nın sağ tarafındaki dereyi gördün mü?

Kadir dağın eteklerine baktı. Yer yer yeşile çalan bodur çalılıklar, meşelikler göze çarpıyordu. Cemal’in gösterdiği yer, iç taraflara doğru giren, sık ağaçlı, dar bir koyaktı.

Her sene yazın ucu köyde imece olur. Her evden birer kişi toplanır; kazmalar, kürekler elimizde, o dereye gideriz. Ta, oradan başlayıp köyün alt tarafındaki tarlalara kadar uzanan geniş su hendeğini temizleriz. Su daha bir iyi aksın diye...

Çaydan bir yudum aldı. Ardından üst üste nefesler çekti sigaradan. Kadir duruşuyla, bakışıyla dışa vuruyordu merakını.

-İşte, o yıldı. Daha on yedi, on sekiz yaşlarındaydım. O gün imeceye evden ben katıldım. Sabahın serinliğinde güle oynaya, horata şamata düştük yola. Kuşluk vakti dereye vardık. Azaların, korucuların gözetiminde hisseler ölçülüp dağıtıldı. Baş taraflardan kırk elli metre kadar bir hisse düştü bana. Şansımdan iyi bir yerdi. Yarım saatte taşını, kumunu, otunu, çöpünü temizleyip attım. Korucuya tekmil verip adımı defterden sildirdim. Aslında köye erkenden dönebilirdim. Ama dönmedim. O dağ havası, meşelerin hışırtısı, kuşların cıvıltısı hoşuma gitti. Gezmek istedim oraları... Yoksa, garip bir his miydi beni oraya çeken... Bilemiyorum...  Neyse, tek başıma dereden ayrılıp Akbaba’ya doğru yürüdüm. Az biraz gittim gitmedim, karşıma bir güzel çayırlık çıktı. Üç beş dönümlük bir yerdi; gür, yemyeşil otlarla kaplıydı. Çayırlığın ortasında ise bir çift kısrakla, bir güzel tay otluyordu. Hayvanların güzelliğine, otlayışlarına dalıp gittim. Birden, “Heey!” dedi birisi. Sesin geldiği tarafa baktım; bir de ne göreyim... az ötedeki meşenin altında, bir Çerkez kızı... Giyiminden tanıdım... Oturmuş, önünde elinin işi, bana bakıyor... Birden, “Atları mı kaçıracaksın, ha?” diye çıkıştı. Gülerek, “Sen dururken atları kaçırmak olur mu hiç?” dedim.  Aman bir bozuldu, bir kızdı... “Bir dene istersen; Akbaba’yı başına yığarım! Çabuk buradan git!” diye bağırmaya başladı. Hoşuma da gitmişti hani; çıkışması, kızması... Adını sordum; önce, demedi. Pişkinliğe vurup yanına doğru yürüdüm. “Git, gelme, bağırırım!” diyordu. “Peki,” deyip varmadım yanına. Durup uzaktan baktım epey. Benim kötü niyetli olmadığımı anlamış olacak ki pek ses etmedi. Sonra, atları sordum. Akbaba’yı, babasını... Sorduklarıma cevap veriyordu. Hem de benim gibi yabancı birisine... Biraz yalvardım, adını da söyledi. Ünzile’ymiş adı. Çerkez Kâmil’in Ünzile... Çok hoşuma gitmişti adı... Daha da hoşuma giden şey, benimle konuşmasıydı, hoca. Ne bileyim, bizim burada böyle şeyler, bir kızın bir oğlanla konuşması… Tövbe hâşa! “Ben aşağı köydenim,” dedim. “Bana gelir misin? Anam, babam dünür gelsin evinize,” dedim. Aman o ne gülüştü... Bayıldı... “Sen gül...” dedim. “Anam, babam gelsin kapınıza da gör sen o zaman...” Hep güldü. Yürüdüm... Az gittim, “Hey!” deyip arkamdan çağırdı. “Öyleyse elini çabuk tut, isteyenlerim var!” demesin mi? İşte, bu sözleri canevimden vurmuştu beni. “Yarın, yarın!” deyip yürüdüm, bir solukta uçtum köye. Evde, olanları anama anlattım. Anam, “Ben karışmam!” deyip çıktı işin içinden. Günlerce yalvarıp dil döktüm. “Olmaz,” demeye başladı sonraları. Önümde bekleyeceğim kimsem yoktu. Abilerim, ablalarım evlenmişti. Akranlarımın birer ikişer düğünleri oluyordu köyde. Hatta benim için kız beğenmeye bile başlamışlardı... Sonunda, anam ısrarlarıma dayanamayıp meseleyi babama açtı. Adam daha duyar duymaz delirip çıktı: “Çerkezler’den kız ha! Çerkezler’den gelin ha!”

- Peki ama, neden almak istemiyorlardı? diye sordu Kadir.

- Çerkez olduğundan... Nedeni bu. Gelenek gö renek, âdet mâdet... Başka n’olsun? “Bu köyden hiç Çerkezler’den kız alan var mı?” diyorlardı. İlk ben alsaydım, n’olurdu sanki?

Son sözleri söylerken gözleri sulandı. Kırkına merdiven dayamış bu adamın hali Kadir’in yüreğini burkmuştu.

- “Siz almazsanız ben de kaçırırım!” dedim. Güya gözlerini korkutacaktım... Karşılık olarak, “Evlatlıktan ret!” dediler. O günden sonra da bir delilik yaparım diye gözlerini üstümden ayırmadılar. Günlerce tarlada, bahçede çalıştırıp canımı çıkardılar. Bazen çalışırken, öyle bir an geliyor, bakıyordum Akbaba taraflarına; ayıramıyordum gözlerimi oralardan. Abilerimse, o halimi gördükçe, “Sevdalı, yine daldı...” deyip eğleniyorlardı benimle. İnan hoca, Akbabalı olmadığıma lânetler yağdırıyor, “Tarlasının da, işinin de...” deyip, sövüp sayıyordum. Ama gel gör ki aklımdan geçenleri de bir türlü yapamıyordum...

- Neden?

- Baba korkusu... Biz dayakla değnekle büyümüşüz, hoca. Baba korkusu kemiklerimize işlemiş. Ünzile’ye, “Anamı, babamı yollarım,” deyip de yollayamayışımın utancı yedi tüketti beni. İlk defa zayıflığımı, güçsüzlüğümü o günlerde anladım. Ve ne yalan söyleyeyim, babasız olanlara vallahi de billahi de imrendim... İşin garibi bizim evdeki çıt, köye yayıldı, çat oldu. Herkesin diline düştüm. Kimileri işi iyice dalgaya vuruyor, beni gördükçe Çerkezce bir şeyler söylüyordu. Kısacası durumum çok berbattı, çook... Bir gün, her şeyi göze alıp kuşluk vakti gittim o çayırlığa. Yoktu. Saatlerce dolandım durdum oralarda... Diyeceksin ki, “Bir kere görmekle, bir kere konuşmakla bu iş olur mu?” Olur... O beni sevdi. Hem de bir görüşte, bir konuşuşta... Ben inanıyorum. O en son sözü aklıma geldikçe yüreğimde dağlar devriliyordu, ne diyorsun sen... Hâlâ da...

- Tabii sen de bir daha Ünzile’yi aramadın...

- Uzun bir süre... Derken bir gün, ki şöyle böyle üç ay kadar bir zaman sonra, bugünkü gibi karşıdan gelen akordiyon sesiyle irkildim. İnan hoca, yüreğimin yağları cızırdıyor, etlerim dökülüyordu... Bizim day’oğlu Nihat’ı, razı ettim. İşi gücü bırakıp yeni elbiselerimizi çektik üstümüze, düştük yola. Kimselere görünmeden bahçelere, tarlalara vurup vardık Akbaba’ya... Şirin bir yer orası. Otuzcuk kadar ev, ortada küçük bir cami, bir okul, ufak bir meydanlık... Hepsi o kadar... Köye varınca bizi, biz akranlar karşıladı. “Düğüne geldik,” dedik. Sanırdık ki bizi koymazlar köylerine... İnan, nereye bastıracaklarını, nereye oturtacaklarını bilemediler. Bir izzet, bir ikram, bir insanlık ki sorma... Meydanlığı doldurmuş çoluk çocuk, yaşlı, genç, karı, kız... Ortada bir akordiyon, bir davul... Ve ne oyunlar hoca, ne oyunlar... Biz ne gördük, ne yaşadık böylesini. Oğlanlar, kızlar el çırpa çırpa bir oynuyorlar ki seyretmelere doyamaz-sın... Gözlerim Ünzile’yi aradı durdu hep. Yoktu... Derken, gelin getiriliyor, dediler... Tüm bakışlar gelenlere çevrildi. Herkeste bir telaş, bir heyecan... Kadınların, kızların arasında, al kadifeli, telli duvaklı... bir de ne göreyim...

- Yoksa! dedi Kadir birden.

Cemal tıkanıp kaldı. Yaşaran gözlerini parmaklarının ucuyla bastırdı, sonra dağlara doğru uzattı bakışlarını. Ağlamaklı bir sesle:

- Evet... Gelin, Ünzile’ymiş...

Uzunca bir süre ikisinden de ses çıkmadı. Cemal’in eli sigaraya gitti.

- Gene mi sigara Cemal Aga? Bu gidişe ciğer mi dayanır?

Cemal yanıt vermedi. Derin derin iç çekti.

- Sonra n’oldu? diyeceksin...

Sonrası malum... Çerkezler’in, “Durun, gitmeyin,” demelerine aldırmadan düştük yola. Yol boyunca içim devrilip devrilip geldi, hıçkırıklar boğazıma düğümlendi. Eve geldim, gizli bir yere çekilip çocuklar gibi ağladım. Saatlerce...

Son sözün üzerine söz düşürmediler. Ortalığı bir durgunluk kaplayıverdi.


- Baba! dedi, az ötelerinde yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu.

Cemal toparlanıp çocuğa baktı:

- Ne var, Nazlı?

- Eve gideceğiz. Annem çağırıyor.

- Ben gidiyorum hoca...

Üç basamaklı merdivenden indi. Kızı ile el ele tutuşup evlerine doğru yürüdüler. Kadir oturduğu yerde, öylece kalakaldı…


Güneşin karşıki dağlara doğru yakılaştığı, gölgelerin uzadıkça uzadığı bir an, okulun çıkış zili çaldı. Öğleci öğrenciler, ellerinde çantaları, okuldan koşarak çıktılar. Abdullah Hoca okul kapısını kilitleyip lojmana geldi.

Kadir hâlâ oturuyordu balkonda.

- Merhaba, dedi Kadir’e.

Kadir yanıt vermedi. Dağlara bakıyordu.

- Merhaba dedik, hemşeri! Dalmışsın...

- Şey... Öyle, daldım biraz... Gel otur.

Abdullah gelip yanına oturdu.

- Hava güzeldi. Çaylar da güzeldi. Cemal’le tadını çıkardınız...

- Öyle ya, çıkardık... Abdullah, bak bakalım şu dağlara... Ne görüyorsun?

Abdullah önce dağlara baktı, sonra Kadir’e... Tekrar dağlara bakarak:

- Ne göreceğim, dedi. Allah’ın dağı...

- Öyle ya... Allah’ın dağı...

Bu kez Lezginka çalınıyordu. Akordiyonun sesi, dalga dalga geliyordu.













 


 


 


 


DERTLEŞME




Kahvaltının üstüne bir bardak da keyif çayı... İkinci yudumu aldım, mutfak balkonunun demirine dört karga kondu. Uzun uzun, yüzüme baktı dördü de.

- Tanıdım sizi, dedim.

Şaşırdılar. Birbirlerinin yüzlerine baktılar. En soldaki iyice aptallaştı. İri olanı dayanamadı:

- Nerden?

- Hemşeriyiz, dedim. Köyden...

- Bildim. Tarlada...

Birden tıkandı.

- Tarlada ya! Hani, armut ağacında... Armut ağacının dalında...

Diğerleri merakla bakıyordu.

- Bırak armut ağacını falan! Tanıştık ya işte!

- İşine gelmedi di mi? Dalın ucunda boş çıkınım...

Baktım, burunları kızardı. Dördü de boncuk gözlerini düşürdü yere. İleri gittiğimi anladım. İri olanı kekeleyerek:

- Hak... hak... haklısın, diyebildi.

Kanadı çamurlu olan boynunu öne uzattı, silkindi:

- Neyse, biz...

- Durun canım, hemen gidilir mi? Neden geldiniz?

- Hiç... Şöyle bir...

Getiremedi ardını.

- Şöyle bir, olur mu? Bırakır mıyım hiç? Çalmışsınız kapımı... Anlatın; ne var ne yok dağında, bayırında köyümün?

- Kar, hep kar, dedi iri olanı.

- Ne iyi! Ah bi oralarda olsam!

Hiç konuşmayanı, birden:

- Ama çatır ayaz! dedi.

- Olsun. Gülünü seven dikenine katlanır...

İri olanı:

- İnsan milleti, n’olucak!.. dedi gülerek. Şaşarım aklınıza. Şu güzelim kıyı kentinde... İyisi mi otur oturduğun yerde...

Sustum. Yanıt bekliyordu. Az sonra:

- Aç mısınız? dedim.

Bu kez onlar sustu. Birbirlerine baktılar. Azıcık nazdı yaptıkları. Havalarını bozmak istemedim.

- Bırakın geçmişi canım... Ne yani, deve miyim ben?

Gözleri yaşardı dördünün de. Belli ki utandılar. Hele Çamurlu, gözyaşını döktü dökecek... Naz maz değilmiş yaptıkları. Ayıp ettim geçmişi ikide bir anımsatmakla. Gönüllerini almalıydım...

- Bakmayın öyle yüzüme, sonra ağlarım... Ben bir yandan sofrayı hazırlarken, siz hep anlatın. Köyden, köyden anlatın.

- Bi b.k yok, dedi iri olanı.

- Doğrudur. Ta buralara kadar geldiğinize göre...

Yine sustular.

- Gidecek misiniz baharda? Giderken beni de götürün.

- Tadı kalmadı oraların, dedi Çamurlu.

- Neden?

- Traktör altüst etti işimizi.

İri olanı dertlendi:

- Nerde, akşamlara kadar süren o çiftli günler;  dallara asılan o üç öğünlükler...

- Sus, yeter... Haliniz burnumun direğini sızlat-tı... 

İvedi davranmasam ağlayacaklardı. Hemen tepsiyi yanlarına götürdüm.

- Haydi buyurun. Evde olan bu, doyurun karnınızı.

Birden fırladılar göğe.

- Durun! Durun, gitmeyin!

İri olanı geri savruldu, döndü ağdı, yanıma geldi:

- Sonra, sonra geliriz. Bugünlük canın sağ olsun, gelecek bir güne çalacağımız olsun... dedi, cıvdı yukarılara.

Bakakaldım arkalarından. Kızdım.

- Karga milleti n 'olucak!..













DERS: KOMPOZİSYON

                     KONU: ?..



Giriş zili çalınca; yarıyı geçmiş sigarasından bir nefes daha aldı, olanca dumanı savurdu önüne. Diğer öğretmenlerin derse gitmek için odadan ayrıldıklarını görünce sigarayı söndürdü, o da defterini alıp çıktı. Üst katların merdivenleri öğrencilerle doluydu. Konuşmalar, arada bir yükselen bağırışlar özelliğini yitirmiş; uğultuya dönüşmüştü. Az bekledi merdivenin başında. Günün en zor saatiydi. Üstelik haftanın da en son günü... Değil öğrencilerin, kendisinin de pilinin bittiği bir andı. “Ne yapmalı? Ne yapmalı da şu kırk dakikayı kurtarmalı?”

Öğrencilerin merdivenlerde azaldığını görünce basamakları ağır ağır çıkmaya başladı. Her adımda, işlenecek konunun önemi gittikçe büyüyor, altında ezilip kalacağı bir yük gibi geliyordu. “Oturun çocuklar... Ders şu, konu bu... Açın, okuyun... Olmadı; açın, yazın... Tamam, aldınız alacağınızı... Sen sağ, ben selamet...” Sevmiyordu bunu. Üst koridora gelince defteri açıp yaptığı plana baktı, daha da canı sıkıldı. “Yararı yok,” dedi içinden. “Beş para etmez. Bununla ders mi işlenir? Tam ninnilik!..”

Kapıda bekleyen sınıf başkanı onu görünce:

- Hoca geliyor! diye bağırarak içeri girdi.

Adımları sınıfa yaklaştıkça içeriden gelen gürültü azalıyordu. Kapıya varınca tamamen kesildi. İçeri girer girmez, larp, ayağa kalktı öğrenciler. Eliyle işaret ederek oturmalarını istedi. İstemesiyle de az önceki sessizlikten eser kalmadı. Sıra gıcırtıları; defter, kitap hışırtıları ortalığı kapladı.

Plan defterini kürsüye bırakıp öğrencileri uzun uzun süzdü. Göz göze geldikleri kendilerine çeki düzen veriyor, konuşan arkadaşlarını dürtüp uyarıyorlardı. Kürsünün yanından ayrılıp sıraların arasında, ağır adımlarla gidip gelmeye başladı. Bir ara bakışları yazı tahtasına takıldı. Tahtanın sol üst köşesine,

“DERS: KOMPOZISYON”

“KONU: ?..” yazmışlardı öğrenciler. İşleyeceği konuyu önceden söylemediğini anımsadı. Kürsünün yanına gelip tekrar öğrencilere döndü. Birkaç konuşanı da susturmak, ağzından çıkacak sözlere kalıyordu... 

- Bugün...

Durdu. Sesini daha da toklaştırarak:

- Bugün sizlere, sigaraya nasıl başladığımın anısını anlatacağım arkadaşlar, dedi.

Öğrencilerin sevinci, bir anda yüzlerinden okunuverdi. Kalemler kalemliklere şıkır şıkır kondu, sıralara daha bir yerleşildi.

- Anlatmamı ister misiniz?

Bir anda:

- Tabii!

- İsteriz hocam!

- Anlatın hocam! sözleri ortalığı doldurdu.

Gelip en ön sıradaki kitapları, defterleri yan tarafa çekti; boşalan yere elini koyup sıraya dayandı. Öğrencilerin ilgisinden memnundu. Sesini yumuşatarak anlatmaya başladı:


-Anadolu’muzun şirin illerinden olan Kırşehir’in bir dağ köyünde, mesleğime başladığım yıldı. Bundan on sekiz yıl önce... Köyün adı Kurtbeli’ydi. Küçücük, otuz beş hanelik bir yerdi orası. Otuz beşçik ev ve bir okul... Cami, bakkal, kahve falan yoktu. Topu topu, yirmi beş, otuz kadar da öğrencim vardı.

İşte, böylesi bir güz mevsimiydi. O gün ders bitimi, öğrencilerim bir avuç serçe alayı gibi bağrış çığrış içinde evlerine giderlerken; onların arkalarından bakıyordum.

Aslında her zaman yaptığım bir işti bu. Evlerine girinceye kadar onları gözlemek, hoşuma giderdi. Kurtbeli küçük bir derenin içinde; okulu köyün az dışında, köyün tüm evlerini gören bir tepeciğin üzerindeydi. Bir su doldurtmak için okulun zilini hafifçe şıngırdatmam yeterdi. Zilin sesini duyunca evlerinin önünde oynayan öğrencilerim uça uça gelirlerdi.

İşte o sıra, bayrak direğine yaslanıp da çocukların gidişine bakarken, köyün içinden bir jip geldi. Önümdeki yoldan geçerken, jipin içindeki Tapu ve Kadastro Müdürü Orhan Bey’in el salladığını gördüm. Tepecikten aşağıya sağılıp gözden yitiverdi jip.    

O günlerde, köyde görev yapan memurlarını sıkça ziyaret ederdi Orhan Bey. Kırk yaşlarında, güleç yüzlü, oldukça hoşsohbet biriydi. İlk karşılaşmamızda, koskoca müdürün bana, “Hocam” diye seslenmesini yadırgamıştım. Sonraları ise alışmış, giderek hoşlanmaya bile başlamıştım bu davranışından.

Az sonra, bu sefer memurların jipi göründü. Memurlar da geçerken el salladılar. Az gittikten sonra durdu jip. Önde oturan Tapu Memuru Seyfi Bey, kapıyı açıp, “Hoca; biz yukarı, Barana Tepesi’ne gidiyoruz. Keşif var. İstersen seni de götürelim. Bir değişiklik olur...” dedi. Çevreyi tanımam için güzel bir fırsattı. Okul kapısını kilitleyip jipe atladım. Jipte bulunan muhtar ve üç köylü de sevinçle karşıladılar aralarına katılışımı. Derken, köyden uzaklaşmaya başladık...

Köylülerin “Tapucu” dedikleri bu memurlar dört kişiydiler. Bir aydır köyün evlerini, arazilerini ölçüyorlardı. Akşamları da ölçümlerin hesaplarını yapıyorlar, köylülere mülklerinin tapusunu verebilmek için gerekli ön hazırlıkları yerine getiriyorlardı. Tabii, yeme ve yatmaları köylülere aitti. Haneler sıraya konmuştu. Sırası gelen hane, en güzel yemeklerini onlara sunmaya çalışıyordu. Ne yalan söyleyeyim; ben de bu süre içerisinde, evimde tencere kaynattığımı anımsamıyorum...

Öğrenciler gülen gözlerle baktılar öğretmenlerine, birbirlerine. Pencere yanında oturan bir öğrenci:

- Bekar mıydınız hocam? dedi.

- Evet, bekardım... Ama bana yapılan bu iyiliğin altında kalmıyordum; akşamları onlara, yazım işlerinde yardımcı oluyordum...

Bir an durdu. Gözlerini tek bir noktaya dikti, öylece kalakaldı. Öğrenciler anlatmasını bekliyorlardı. Ortada oturanlardan biri dayanamayıp sordu:

- Sonra ne oldu hocam, dedi, sigaraya nasıl başladınız?

-Ha, evet... Onu anlatıyordum...


Jipimiz beş on dakika gittikten sonra tepelere sardı. Yol boyunca muhtarla Seyfi Bey keşif hakkında konuşup durdu.

Meselenin özü şuymuş: Barana Tepesi’ndeki meranın ölçümü sırasında, komşu Armutlu köyü nün ileri gelenleri yapılan işleme karşı çıkmışlar. Meranın kendi köylerinin sınırları içinde olduğunu ileri sürüyorlarmış. Bir gün önce, işin neredeyse kavgaya varacağını anlayan Seyfi Bey durumu Orhan Bey’e iletmiş. O da meseleyi yerinde görüp çözüme ulaştırmak için, o gün öğleden sonra köye çıkıp gelmiş.

Zirveye vardığımızda Armutlu’dan gelenlerin Orhan Bey’le konuştuklarını gördük. Bizden kalabalıklardı. Yanlarına varınca öfkeli suratlarıyla karşılaştık.

Bulunduğumuz tepeden her iki köy de görülüyordu. Armutlu, Kurtbeli’ye oranla daha uzaktaydı. Armutlu’nun daha ötesindeyse Kızılırmak, eğrile büğrüle kuzeye doğru akıyordu. Çevrede görünen dağlar, tepeler çıplaktı. Kimi dere yataklarında, eteklerde arada bir top top söğütler, tığ gibi yükselen kavaklar göze çarpıyordu. Anadolu’muzun göz alabildiğince sarıya çalan bu bir avuççuk görünümü, hoşuma gitmişti.

Orhan Bey Armutluluları bir tarafa, Kurtbelilileri diğer tarafa ayırdı. Muhtarları, birer yaşlı bilirkişiyi yanına çağırıp meseleyi bir kere de onlardan dinledi. Her iki muhtar da sınırı başka başka yerlerden gösteriyordu. Armutlu’nun muhtarı Kurtbeli’ye doğru yüz, yüz elli metre gidip, “Sınır buradan...” derken; Kurtbeli’ nin muhtarı da bir o kadar Armutlu yönüne doğru gidip, “Hayır efendim, buradan...” diyordu. Hazinenin malı sayılan bu toprakları bu derece sahiplenmeye kalkışmaları garibime gitmişti. Sadece, sınır şurdan başlayıp şöyle gidecek, denilecekti. Sınır boyunca ne taştan duvar örülecek, ne de tel örgü çekilecekti. Ama köylülerin bu konuda can paralarcasına uğraştıklarını görünce önceki düşüncem değişiverdi. Geçimlerini koyuna, keçiye bağlamış olan bu insanlar için; mera sınırının -bir karış da olsa- ileriden olması, çok önemliydi...

Derken, Orhan Bey’in önerisi her iki tarafça kabul edildi; başta kavgaya dönüşebilecek olan anlaşmazlık tatlıya bağlandı. O, ortayı göstermişti. Memurlar gösterilen yerden ölçümlerini yapacaklar; köylüler de bundan böyle, sınırlarının dışında hayvanlarını otlatmayacaklardı.

Bizim muhtar bu konuda kesin belge istedi. “Efendim, biz azız. Yarın bunlar kalabalık oluşlarına güvenir, sınırı geçerler. Allah’tan korkmasalar, bizi köyümüzden bile çıkarırlar. Onun için; bir anlaşma senedi yapalım aramızda, imzalarını istiyorum huzurunuzda!” dedi. Armutlulular bu davranışı hakaret saydılar. Birden elektrikleniveren hava, Orhan Bey’in çabalarıyla yatıştırıldı. Sonuçta Armutlu’nun muhtarıyla iki azası bizimle birlikte Kurtbeli’ye gelecek, adı geçen anlaşma senedi yazılıp imzalanacaktı. Bu mesele de böylece kapanacaktı...

Güneş zirvenin batısına, Kızılırmak’ın öbür yakasındaki dağların ardına sağılırken, bizler jiplere doluşup Kurtbeli’ye doğru inmeye başladık. Akşam alacasında da tapucuların sürekli kaldıkları köyodasına vardık. Armutlulu konuklarımızla birlikte, o gün öğün sırası evden gelen gösterişsiz; ama oldukça lezzetli yemekleri yedik. Yemekte, yemek sonrası içilen çayda Orhan Bey; köylülere birliğin beraberliğin, dostluğun, kardeşliğin, kavgasız gürültüsüz yaşamanın getireceği yararları tatlı tatlı anlattı. Anlatılanları da köylüler önlerine bakıp dinlediler.

İşte o sıra, çayların son yudumları alınırken, Orhan Bey, “Haydi, şu anlaşmayı belgeleyelim,” dedi. “Bakın, hocam da burada... Konuyu biliyor... Sözle yapmış olduğunuz anlaşmayı kısaca yazsın, sizler de imzalayın...”

Evet, ne olduysa, o zaman oldu arkadaşlar... O beyaz kâğıtla dolmakalemin elime nasıl tutuşturulduğunu bilemiyorum… Orhan Bey ha bire konuşuyor, köylüler ha bire diniliyor; ben de elimdeki kâğıda bir şeyler yazabilmek için ecel terleri döküyordum. Olay aslında basitti. Her şey gözümün önünde olmuş bitmiş; iş, kâğıda dökmeye kalmıştı...

Sonunda yazdım bir şeyler. Ama inanın, onca yıl zaman zaman belleğimi zorladığım anlar olmuştur, ne yazdığımı çıkaramıyorum... Aslında yazdığım, yazı bile değildi. Çizgisiz kâğıtta satırlarımın kimisi yukarılara tırmanıyor, kimisi aşağılara süzülüyordu. Ne kadar süre geçtiğini de bilemiyorum. Belki beş dakika, belki yarım saat...

“Sanırım yazdınız hocam...” dediğini duydum Orhan Bey’in. Ardından Seyfi Bey elimden kâğıdı alıp Orhan Bey’e uzatıverdi. Herkes kâğıdı süzen Orhan Bey’in söyleyeceklerini merakla bekliyordu. Yüreğimse can çekişen bir kuş... Küüüt küt vuruyordu. Başını kâğıttan kaldırıp yüzüme baktı Orhan Bey; kısa bir an... Ama o bakışı, yetmişti bana. Keşke, yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim... Önüme eğdiğim başımı, kaldırıp da yüzüne bakamıyor; söyleyeceklerini -korku, merak, hüzün birbirine girmiş vaziyette- bekliyordum.

“Bakın,” dedi köylülere Orhan Bey, “şimdi aklıma geldi... Biz yanlış iş yapıyoruz... Böylesi işler noterliktir... Elleri dert görmesin, öğretmenimiz bunu pek güzel yazmış; ama yeterli değil. Şimdi bu kâğıda imzalarınızı koysanız bile faydasız; çünkü tam bir belge sayılmaz. İyisi mi siz muhtarlar, azalar pazartesi günü vilayete gelin. Ben ön hazırlıkları yaptırayım; bir imza, mühür işi kalsın...  Nasıl?” deyince; her iki muhtar da, “Siz bilirsiniz, beyim...” dediler.

Evet, tahmin ettiğiniz gibi oldu arkadaşlar; o an için büyük bir yük kalkmıştı omuzlarımdan. Sayın müdür, beni köylülerin karşısında küçük düşürmemişti… Ancak içimden, nasıl da kızmıştım beni okutan öğretmenlerime... Çok mu önemliydi Amerika’ nın dağı ovası, kurbağanın bacağı? Neden öğretmemişlerdi bana bir dilekçe yazmasını, tutanak tutmasını, senet yapmasını? Yapılacak iş köylülerindi; ama onlar bunu yapamıyorlardı. Bilmediklerinden... Bense aydın kişiydim, onların gözünde bunları yapabilen biriydim... Gel gör ki yapamamıştım…

Yanımda oturan Seyfi Bey’in, “Yak bakalım hoca...” dediğini işitince başımı kaldırdım. Bana bir sigara uzatmıştı. “İçmiyorum,” diyemedim. Titreyen parmaklarımla sigarayı tutup dudağıma götürdüm, uzatılan çakmakla da yaktım...


Öğrencilerin bakışları iyice buruklaştı. O, sıranın yanından ayrılıp tahtaya yürüdü. Tebeşiri alıp, “KONU” sözcüğünün karşısına, “Dilekçe Nedir? Nasıl Yazılır?” sözlerini yazdı. Sonra da öğrencilerine dönüp başladı bildiklerini anlatmaya...

















PAYLAŞTIKÇA GÜZELLEŞİR YAŞAM



Boş gözlerle bakıyordu Körfez’in ırlanan sularına. Arada bir karşı kıyıdaki apartmanları, apartmanların önünden geçen arabaları süzüyordu. Denize doğru sağılan güneş, akça bir bulut, cıyaklayan bir iki martı, Karşıyaka’ya giden vapur bölük pörçüktü gözünde.

- Hep gelir misiniz denizi seyretmeye?

Başını sola doğru çevirdi. İnsanı okşuyor gibi gelen bu söz, az ötedeki bankta oturan yaşlıca bir adamındı. Ak pak yüzünde bir çift boncuk gibi duran mavi gözleri gülüyordu.

- Bazen... diye karşılık verdi ihtiyara.

-Ben hep gelirim, hep... dedi ihtiyar; ardından ufka doğru baktı.

O da bakışlarını ihtiyardan aldı, tekrar sulara kaydırdı.

Neden gelmişti buraya?


Bazen, geçirdiği şu üç gün, ağırca bir yük gibiydi omuzlarında. Hani eli varmaz ya insanın aşa işe, çekivermek ister ya her şeyden eli eteği... İşte, öylesine bir duygu kaplamıştı benliğini. Şöyle, bir yastığa vurup kafayı, sonsuz bir uykunun gizemli akışı içinde yitip gitmekti istediği.

Bazen bu üç günde, içimine doymadan bitiveren bir sigaranın bıraktığı tada benzer şeyler de vardı. Hani yeniden bir sigara daha... İçinden ağlamak gelirdi o zaman. Şöyle sarsıla sarsıla, şöyle mendiller dolusu; el-gün demeyip akıtmak isterdi gözyaşı...

Ama o, en çok ayrılışlardan sonra ağlamak isterdi. İlle de eyvallahsız ayrılışlardan sonra. Gündüzün ortasındaki zifiri karanlıklarda, o yalnızlı kuytularda kalakalışlarda...

Bu geçen üç günün ötesinde, yaşını yirmi üçten yirmi dörde çıkaran o uzun hapisli günlerinde, hep umut vardı. Onu bu günlere kul eden ömrünün bileği taşı... Şimdiyse var olan, gözlerine bıçak gibi saplanan hüzündü.

Sabah babasıyla, kardeşleriyle birlikte o da erkenden kalkmıştı. Eskiden çalıştığı sanayideki işyerine uğrayıp arkadaşlarına, patronuna bir merhaba diyecekti. İşe yeniden başlamak istediğini söyleyecekti. Ama babası bir gün önceki olanları anlatınca, evden dışarı adımını atamamıştı. Zeynel Bey, babasına, “Oğlun artık mimlendi... Onca olandan sonra ben polisle molisle uğraşamam,”deyip kestirmişti.

Öğleye kadar evin içinde dolanıp durmuştu. Arada annesi çay yapmış, meyveler getirmişti önüne. Bir ara evlerinin önündeki bahçeye çıkmış; kömürlükten çıkardığı çapayla üç beş ağacın diplerini kabartmış, otlarını ayıklamıştı.  Sonra ikişer kova da su dökmüştü ağaçlara. İşte o ara, taze sürgünleri pencere demirlerine sarılmış asmayı sularken duymuştu Eşref’in sesini. Sanki arkasındaymış da Eşref, omzuna doğru eğilip ıslık çalar gibi, “Yuu-nuus...” diye üfleyivermişti adını. Bir anda yüzü aydınlanmış, gözleri ışımıştı. Bir yıldır görmediği canciğer arkadaşını çabucak görme arzusu, deliye döndürmüştü. Hemen çapayı, kovayı kömürlüğe bırakıp kapıya koşmuştu. Annesine, “Ben gidiyorum. Şöyle bir dolaşacağım...” deyip fırlamıştı sokağa. Annesi bakakalmıştı arkasından. “Yine omuzlarına konan iki el alıp götürürse... Yine aylarca dönmezse...” korkusu, oğlu sokağın köşesini dönene kadar, kapı dibinde mıhlayıvermişti annesini.

Köşeyi döner dönmez göz göze gelmişti bakkal-la. Kapı önünde, sandalyede oturuyordu bakkal. Ai-lesi dışında ilk kez karışılacağı birisiydi. Zor tanım-lanır bir duygu kaplamıştı içini. Sanki bir sınav he-yecanı gibi, utanma gibi, sevinme gibi... “Merhaba Vehbi Amca” sözünü içinden yineleme gereği duymuştu. O, ne diyecekti? Elbet boynuna sarılmasını bekleyemezdi. Ama bir güler yüzü de esirgemezdi... Gel gör ki, üç adım kala, aklından geçenler pat diye kopuvermişti: Kabak kafalı, koca göbekli bakkal; birden somurtmuş, gözünün içine baka baka, sandalyesini kaptığı gibi içeri dalmıştı... O an yer sallanmıştı sanki. Durağa kadar uzanan dört adımlık yol; aşılması güç çukurlar, tepeler oluvermişti. Durağa nasıl gelmişti, o kırmızı dolmuşa nasıl binmişti, parayı nasıl vermişti? Bilmiyordu... Bildiği, her şeyin ortalığı kaplayan bir sis içinde belirsizleşip yitişiydi.

Bir an yine o sesi, Eşref’in sesini duymuştu. Yoksa o mu duymak istemişti? Yine ıslık gibi, “Yuu-nuus...” diyerek kulağına çalınmıştı ses. Adının hecelerini uzata uzata, “Yuu-nuus...”

İrkilmesiyle birlikte, dolmuşun camından Körfez’in sularını görmüştü. O an sanki görünmeyen bir el, şöyle dokunuvermiş; içini sevince boğmuştu... Bırakmalı artık, demişti, geride kalan acılı günleri. Umut ve sevgi dolu günlere bakmalı... Sevinçleri, acıları el altında tutmadan bölüşmeli; sıcak ekmeği böler gibi... Bölüşmenin o güzelim kokusu tutmalı evreni, çekmeli kendine yürekleri. Yaklaştırmalı adımları, koparmalı yüreği sıkan bukağıları... Oturup şöyle göz göze, şöyle diz dize; çaylı, sigaralı...

Son durakta nasıl inmiş, evlerine dönmek için yollara dökülmüş insanları nasıl yara yara gelmiş, kendini bir anda o bankanın önünde nasıl bulmuştu? Bilmiyordu. Bildiği bedenini tepeden tırnağa kesmiş coşku seliydi... Kendine geldiğinde, kapıdaki siyah pantolonlu, gri gömlekli koruma görevlisi, “Hemşerim, saat beşi geçti; banka kapandı!” diyordu. Bakışlarını içeri kaydırmıştı. Kadınlı erkekli bir grup kapıya doğru geliyordu. İçlerindeydi arkadaşı. Tam önünden geçerken, “Eşref...” diye seslenmişti. Eşref ve diğerleri durup bakmışlardı. Tanıyamamıştı sanki Eşref, put gibi kalakalmıştı. Bir daha seslenme gereği duymuştu o an: “Eşref...” Eşref’in, bu kez de yüzünde bir garip telâş... Üç adım atıp da yanına gelememişti. Diğerleri merakla bakmışlardı olanlara. “Ben, Yunus... Tanıyamadın mı?” Neden sonra yanına gelip, “Demek geldin; geldin, ha...” diyebilmişti Eşref. Ne demekti bu, “geldin” lâfı? “Çıktın mı?” demeye dili mi varmamıştı? Arkadaşı, tedirgin bir halde, acele acele sürdürmüştü konuşmasını: “Bak Yunus’cuğum,” demişti, “şu an... şu an bir arkadaşa yetişmem gerek. Ee… ben seni yine ararım. Nasıl olsa hep buradasın artık. Ha, ne dersin?” Bir şey demesine fırsat vermeden kaçar gibi uzaklaşmıştı yanından. Dört adımda da kalabalığın içinde yitivermişti...


Neden gelmişti buraya?

Güneş, deniz, martı, vapur... Bölük pörçüktü gözünde. Uzaktan geçen bir gemiye takıldı gözleri. Güneşin battığı yöne doğru gidiyordu, dalgaları yara yara... Dudaklarından kan sızar gibi döküldü söz: “Kanat tüyleri yoluk bir kuş nasıl uçar?”

- Görüyor musun genç dostum?

Başını ihtiyara çevirdi. İhtiyar, uzaklaşan gemiyi gösteriyordu eliyle.

- Bu gemi nereye gidiyor, görüyor musun?

- Bilmiyorum, dedi. Sonra başını öne eğdi.

İhtiyar sürdürdü:

- Güneşe gidiyor, güneşe!

Önce ihtiyara baktı, sonra gemiye... Gözler, gemi, güneş aynı hizada idi. Sonra tekrar ihtiyara bakarak:

- Sahi, dedi, güneşe gidiyor!

İhtiyarla bir an göz göze kaldılar, ardından gülmeye başladılar.

Az durulunca, ihtiyara:

- Peki, dedi, sana bir şey soracağım...

- Buyurun, sorun.

- Kanat tüyleri yoluk bir kuş nasıl uçar?

İhtiyar duraksadı... Sonra:

- Nasıl olacak, dedi, her zamanki gibi...

Şaşırdı...

İhtiyar sır verir gibi sürdürdü konuşmasını:

- Unutmayalım, kanat tüyleri az bir zaman sonra yeniden çıkar!

Tepeden tırnağa coşkuya kesti. Gülerek:

- Sahi, dedi, yeniden çıkar!

Banktan kalktı. Kent içine doğru yürümeye başladı. Sekiz on adım sonra dönüp ihtiyara:

- Yeniden çıkar değil mi dostum? diye bağırdı.

İhtiyarın mavi boncuk gözleri gülüyordu.























 


 


 


 


İ Ş




Zil bu kez daha uzun çaldı. Gidip açmak istemedi kapıyı. Sabahtan beri beş altı kez çalınmış, her seferinde de komşularının çocukları ellerinde birer tabak pişi ile karşısına dikilmişlerdi. “Şimdi gidip açacağım, yine bir tabak pişi... Kim yiyecek ki bunları? İyisi mi açmayayım,” diye içinden geçirdi.

Zil tekrar çaldı. Bu kez daha uzun...

Yerinden kalkmadı. “Nasıl olsa, evde yokmuş, der; sonra da çeker gider, her kimse...”

Tekrar çaldı.

“Çaresiz, bu geleni de alacağım. Mübarek kandil...”

Kapıyı açınca şaşırdı. Bir çocuk değildi gelen. Yaşı ellinin üstünde, esmer suratlı, gür kaşlı, tıraşsız; yoşuk şapkalı, yoşuk ceketli, elinde pazar çantası olan bir adamdı.

- Buyurun... Birini mi aramıştınız?

Adam çekine çekine:

- Merdiveni... Merdiveni yıkamaya geldim bey, dedi.

- Merdiveni mi?

- Evet.

- Ama bu merdivenin yıkayıcısı var, az sonra da gelir.

Adam sanki bir suç işlemişliğin tedirginliğini yaşıyordu.

-Ben... Ben Ayşe’nin babasıyım, bu merdivenleri yıkayan kızın...

- Haa, oldu o zaman...

- Su ver. Su ver de yıkayayım.

- Dur öyleyse, deyip banyoya yürüdü.

Çeşmeyi açtı, akmıyordu su. Bidonlara baktı, onlar da boştu. Termosifondan almayı akıl etti. Musluğu açıp boş kovayı altına koydu. Su az akıyordu. Kovanın dolmasını beklemeyip kapıya gitti. Adamı, elinde süpürge, bekler görünce, boğazına bir şeyler düğümlendi.

- N’oldu bey?

- Ha, sular kesik. Termosifondan su alıyorum, o da az akıyor. Biraz bekleyeceksin.

- Beklerim...

Kıpırtısız durmaya başladı adam. Bir an kızını sormayı düşündü. Sonra vazgeçti. Daha sonra da sormadan edemedi.

- Demek kızınızın adı, Ayşe...

- Ayşe’dir.

- Niçin gelmedi o?

- Hasta, bey... Ateşler içinde cayır cayır yanıyor.

- Geçmiş olsun.

- Sağ olasın.

- Doktora götürseydin. Hastaneye falan...

Adam kollarını açarak:

- Neyle, dedi.

Bir an boşlukta kalan kolları yanlara düştü. Ekleyerek:

- İyi olur bakalım, üşütmüştür...

Adamın sözüne karşılık veremedi bir an. “Neyle?” sorusu her şeyi düğümleyip atıveriyordu. Son-ra:

- Öyle... Üşütmüştür, dedi. Havalar değişiveriyor birden. İnsan kendini kollayamıyor.

- Doğru söylersin...

- Sen de gelmeyecektin.

- Nereye?

-Merdiveni yıkamaya... Bir kez de yıkanmayıversin, kurt düşmezdi ya...

- Öyle deme bey, bakarsın çocuk işinden olur! Neme lâzım, kötü bi lâf falan derler. Biz çekiniriz böyle şeyden.

- Yok canım, kim ne diyecek ki?

- Olsun... Herkes senin gibi düşünmez.

- Yo yoo, herkes de benim gibi düşünür. Ortada hastalık söz konusu... Hiç gelmeyecektin.

-Yine de gelmek lâzım. Vazife, vazifedir...

Banyodan gelen suyun sesi birden değişti.

- Amca sanırım su doldu, gidip getireyim, diyerek yanından ayrıldı. Az sonra da dolu naylon kova-yı getirip adama verdi.

Adam suyu sahanlığa, merdiven basamaklarına boşalttı. Su şakırdayarak aşağı katlara doğru akmaya başladı. Boş kovayı vererek:

- Bey, dedi, bu kaba pisliği götürür; sen varsa bir daha ver, onunla da yıkayayım.

Boş kovayı banyoya götürdü, az sonra kapıya geldi.

- Dolmasını bekliicez.

- Olsun, bekleriz bey...

Elinde süpürge, yine kıpırtısız durmaya başladı. Bu adama yine bir şeyler sorma konusunda ikircimlendi. “Sordukça dertten başka ne çıkıyordu ki ortaya?” diye düşündü. “Çözümüne ortak olamadıktan sonra... İyisi mi susmalı. Böyle, kıpırtısız...” Ama on saniye duramadı, sormadan edemedi:

- Sen ne yaparsın amca?

- Ben mi? Hiiç... İşim yok sayılır. Hanım, kız çalışıyor işte. Ben de ufak tefek ne bulursam... Aslında ben köyde çiftçilik yapardım. Eskiden... Hapiste yattım. Yeni çıktım. Hasımlarım var köyde. Dalaşmak istemedim. Tarlayı tapanı satıp İzmir’e geldim.

- Memleketin neresi?

- Erzurum... Kale’de oturuyoruz. İşte böyle... İşsizim...

Sustular. Bu kez de “İşsizim” sözü düğümleyip atıvermişti konuşmalarını.

- Su taşıyor bey! dedi adam birden. Boşa akmasın, günahtır.

Akan suyun sesi değişmişti. Gidip dolu kovayı getirdi.

Adam bu kez suyu azar azar döküyor; sahanlığı, basamakları, büyük bir ustalıkla yıkıyordu. Az sonra, önüne kattığı suyu aşağı katlara doğru indirerek gözden kayboldu.

*          *          *

Dörder, beşer katlı apartmanların sıralandığı, pek de işlek olmayan caddede yürüyordu. Oturduğu semtten bir hayli uzaklaşmıştı. “Vazife, vazifedir...” Bu söz, beynini burgu gibi oyup durmuştu öğleye kadar. Bir iş sahibi olmanın, iş yapmanın önemini düşünmüştü hep. Az da olsa, “Bugün de gitmeyivereyim, bugün de çalışmayıvereyim,” dediği günler, gitmediği, çalışmadığı günler gelmişti aklına. Aklına geldikçe de yüzü kızarmıştı. Evde odadan odaya dolaşıp durmuş, ele gelir tek bir iş yapmamıştı. Yarım kalmış bir kitaba, bitireyim diye sarılmış; ancak iki sayfa okumadan bırakmıştı kitabı. Balkona çıkıp Körfez’i, sokaktan gelip geçen satıcıları, evlerden evlere pişi taşıyan çocukları seyretmişti. Bir ara ayna karşısına geçince saçlarının iyice uzadığını fark etmişti. Sonra da, “Bu boş günümde yapılacak en iyi iş, Berber Ali İhsan’a kadar uzanmak...” deyip evden çıkmıştı.

Birden, ilerideki apartmanın giriş kapısından dışarıya suların aktığını gördü. Yine, “Vazife, vazifedir...” sözü aklına geldi. Bir an o adamın -elinde süpürge- kapıdan çıkıvereceğini sandı. Tam, kapı hizasına gelince kalakaldı. O’ydu...

- Ayşe! dedi

Kapı girişindeki suları dışarı süpürmeye çalışan on beş, on altı yaşlarındaki esmer kız; belini doğrultup ona baktı. Bakar bakmaz da, utandı. Bir şey diyecek gibi oldu, diyemedi. Eğilip işine koyuldu.

O an, orada, Ayşe’ye seslenişine bir anlam veremedi. Pişman oldu. Hızlı adımlarla Ali İhsan’ın dükkânına doğru yürüdü.



 


 


 


 


DÜŞ




Mevsim yazın ucu. Kiraz ayı, gül ayı... Gökte yıldız cingir cingir... Akşam yıldızı dağı aşınca, çobanın dudağından dökülen sevda ıslığı kesildi. Koyunlar soluyan meşelerin altına gelip uykuya daldı.    

O, görmedi.

Bir ara, gecenin bir yarısında, gümbürdedi orman dorukları. Yer usulca sallandı, dağlar sendeledi.

Duymadı o. Teslim olduğu uykunun kollarındaydı.

Daldaki yapraklar daha bir hızlı hışırdadı, yuvadaki yavru kuşlar çırpındı.

Uykudaydı. Kör kuyulara dalmış gibiydi.

Mor şafağa epey vardı. Kervankıran doğmadan az önce; Hıdır doğudan koptu, İlyas da batıdan... Göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman geçti geçme di, tam tepede kucaklaştılar. Dünya silme ışığa kesti bir an.

Sanki demir mengeneler sıkmıştı gözkapaklarını. Al çiçekli yorgan değil de ölü toprağıydı üzerine örtülen.

Şafak alacasında, boy atıp başak bağlamış ekinler haykırdı. Börtü böcek, kurt kuş çığrıştı; uzak yıldızlardan ses geldi.

Ondan ses gelmedi.

Güneş ondan önce davranıp karşı dağın ardından yekinip çıktı. Perde aralığından ışıklarını salıp üzerinde titredi.

Duymadı. Neden sonra, gökyüzünde bin bir çeşit yay çizen kırlangıçların vıcırtısıyla uyandı. Mutfaktan gelen sesleri duydu. Bardak, kaşık şıngırtıları... Yataktan çıktı, sendeleye sendeleye mutfağa yürüdü. Kapıdan:

- Günaydın, dedi.

Eşi -elinde zeytin, peynir tabakları- dönüp baktı, gülümsedi.

Ocaktaki çaydanlıktan çevreye buharlar savruluyordu. Birden o resmi anımsadı. İlkokul Türkçe kitabındaki resmi... Bir masa, bir sandalye, sandalyede sigarasını keyifle tüttüren göbekli bir adam; yanında yanan bir soba, sobanın üstünde fokurdayan bir çaydanlık...

- “Hiçten Saadetler...” dedi.

Eşi önce ona baktı, sonra çaydanlığa. Gülerek:

- Oldu olacak, şu tabureye otur; eline de bir sigara al, tüttür, dedi.

- Ne de güzel olur, tam resimdeki gibi... Yalnız, sabah sabah kahvaltıdan önce sigara... Çocukları kaldırayım mı?

- Az sonra. Çayın suyunu yeni kattım...

Tekrar işine koyuldu eşi. O, tabure çekip oturdu. Kolunu masaya, sırtını duvara dayadı. Eşine:

- İyi uyudun mu? dedi öylesine.

- Sayılır...

- Ne demek, sayılır?

- Sabaha kadar düş gördüm. Pek çok...

“Hayırlar olsun” demesini bekledi eşi. Bir şey demedi o. Sustu.

- Anlatayım mı?

- Hayır, dedi birden, istemiyorum.

Eşi bir anlam veremedi karşı çıkmasına.

- Neden? Pek fena sayılmazdı gördüğüm düşler, deyip bir gülücük fırlattı. Hep seninle uğraştım durdum.

- Ne olursa olsun, İstemiyorum anlatmanı.

- Ama neden?

- Üstüme gelme.

- N’olursun...

Israrına fazla dayanamadı. Derin derin iç çektikten sonra,

- Yıllar önce... deyip duraksadı bir an. Yıllar önce, yine böyle bir gece, düş görmüştüm canım. Düşümde, ilkin, ağzını her açışta salyalar döken, akçıl bir köpek, aya karşı uzun uzun ulumuştu. Sonra bir bakmışım, tarladayız... -Hani bilirsin, göl yolundaki tarlamızı... Tarlanın ortasındaki ulu kavağı da hatırladın mı?- Ulu kavağa, yanına varıp bakarım. Her bir dalında yüzlerce yuva, binlerce kuş... Cıvıldaşır durur kuşlar. Birden bir cayırtı kopar, irice bir dal hışırtılar çıkararak yere serilir. Ardından bir cayırtı... Ardından bir cayırtı daha... Üç dal, boylu boyunca yerde... Ağaçtaki binlerce kuş, kanat vurur göğe; kuştan kanattan, güneş görünmez olur...

- Sonra?

- Sonra uyandım. Sabah anama anlattım, düşü yorsun diye. Daha ben, “kavak” derken, “dal” derken yeşil gözlerine bir korku gelip çörekleniverdi. “Aman ha,” dedi, “gerçeği ölümdür!” İşte o gün bu gündür, düş görmekten, düş yormaktan korkar oldum...

- Neden?

- Neden olacak, olanlar haklı çıkarmıştı anamı. Çok geçmeden, püskül püskül gözyaşı dökerek toprağa vermiştik üç dalımızı...

Birden, eşinin gözleri önüne, çiçeğe durmuş fidanlar geldi. Kopan fırtınanın devirdiği fidanlar... Bardağı tutacak gücü kalmadı.


O, tabureden kalkıp mutfaktan çıktı. Çalışma odasına geçip kitapları uzun uzun süzdü. Bir ara daktiloya takıldı bakışları. Nicedir okumadığını, bir satır olsun yazmadığını anımsadı. Oradan banyoya geçti. Yüzünü aynada seyretti. Alnındaki kırışıklık, saçlarındaki beyazlık biraz daha çoğalmış gibisine geldi. Bir an boğulacakmış, gözleri oyuklarından fırlayacakmış gibi oldu. Yaşaran gözlerini ovuşturdu. Musluğu açıp avuç avuç su çarptı yüzüne. Çarptıkça uyuşukluğu gitti, açıldı. Kendini daha bir dinç hissetti.

*          *          *

İşe gitmedi. Kentin caddelerinde yürüdü, öylesine. Parkları, meydanları dolaştı. Kimileri hıdrellez yapıyordu o gün. Parklarda, bahçelerde; renk renk elbiseler içinde; sazlı sözlü, zilli darbukalı eğleniyorlardı. Kimileriyse eğlencelere katılmıyor, bir burukluk içinde, bakmakla yetiniyordu. Öyle, uzaktan...

*          *          *

Saat meydanındaki çiçekçilere vardı. Üç karanfil sardırdı satıcı yaşlı kadına. Üç kırmızı karanfil...

Satıcı paranın üstünü verirken:

- Çok hoşlarına gidecek sevdiklerinizin, dedi gülümseyerek

- Eminim... deyip iskeleye doğru yürüdü.


*          *          *

Vapur iskeleden epey uzaklaşmıştı. Oturduğu yerden kalktı, güverteye çıktı. Gittikçe uzaklaşan kente baktı uzun uzun. Sonra uçan martılara kaydı bakışları. Ardından, köpüren sulara...

Elindeki demeti bozdu; üç karanfili, teek tek, mavi sulara bıraktı.






















GÜCENİK



Ben de çekip gideceğim buralardan. Yeter ki güzelim bahar, göstersin yüzünü. İnsanoğlunun ayak basmadığı bir yer olsun da, neresi olursa olsun... Başımı alıp gideceğim.

Tüm mahlûkat, duyun beni; size kocaman bir yemin... Artık kapanacağım yuvama. Açlık beni yesin bitirsin. Cesedimi kurtlar, kuşlar parçalasın; hiç umurumda değil. Sağ çıkarsam bahara eğer -ki hepiniz göreceksiniz- kuyruğumu düğüp gideceğim buralardan. Mor çiçekmiş, taze yumurtaymış, yonca nefesiymiş... Hiiç birisi döndüremeyecek beni yolumdan.

Gördünüz, günler öncesi yağan kar tüm yöreyi kapladı. Güneş, günler boyu el kadar olsun göstermedi yüzünü. Allah’ın otuna çöpüne hasret kodu beni. Bugün sabahı yine diri tuttum. Açlık yaman bir dert. Eğer kursağınızda bir dirhem kırıntı yoksa, uyku da haramdır size. Bu yüzden gece boyu gözümün perdeleri çekilmek bilmedi. Ve ilk defa yılanlara, çıyanlara, böceklere, solucanlara imrendim. Havada uçtum da ne oldu? Yerlerde sürünseydim de şu rezilliği çekmeseydim keşke. Keşke insanoğlu alnımdan çatadak vursaydı da o sözleri yüzüme söylemeseydi... Hayır, hayır; bu kez “Hırsız” demedi. “Hırsız Saksağan” ha... Güleyim bari!.. Bir yumurtanın hırsızlığı... Hah haa!.. Ya her gece tavukların sansarlar tarafından boğazlanışına ne demeli? Ya karga-lar? Baharda tarlaların yeşile boyanacağını sanıyor insanoğlu, şaşarım aklına!.. Güzün ektikleri tohumların çoktaan hesabını gördü aç kargalar. Boşuna beklerler, boşuna!..

Biliyorum, yine daldan dala konmaya başladım... Ne yapayım, ipe boncuk dizer gibi konuşmasını beceremiyorum işte. Ama bu kez olanları sırasıyla, tane tane anlatmaya çalışacağım sizlere:

Sabah, soğuktan büzülüp kaldığım yuvamda güneşi boşuna bekledim. Karşı dağların neresinden doğup nerelere yükseldiğini fark edemiyordum. Ortalık pusluydu. Ovanın ortasındaki köy il dal seçiliyordu. Elektrik direkleri, telefon direkleri olmasa; köyü ana yola bağlayan yol da fark edilmezdi. Köye bakıp bakıp, gitmeliyim, diyordum. Bir lokmacık yiyecek bulamasam da, gün boyu başıboş dolaşsam da...

Birden, köyün girişindeki üçüncü eve konukların geleceği içime damdı. Artık, köye gitmem şart olmuştu. Konukların geleceği evin sahibine, haber vermem gerekti. Bu benim görevimdi. Şu dünyada kim kimin hizmetinde değildi ki... Bir eve konuk ya da mektup mu gelecek, bunu önceden biz saksağanlar biliriz, gidip ev sahibine haber veririz. Sakın ha, bu da bir iş mi, demeyin bana. Yarinden umudunu kesmiş nice sevenler, askerden mektup bekleyen nice analar, babalar... Bu işin gönüllüsü biz olmadık elbet, Yaradan böyle uygun görmüş. Keşke bizim de etimiz, yumurtamız yenseydi de insanoğlunun gözünde tavuk kadar haysiyetimiz olsaydı...

Gerçi olsaydı da ne olacaktı? İnsanoğlunun ne kadar gaddar, ne kadar nankör olduğunu siz daha bilmiyorsunuz. Boz kanatlı üveyiklere, alacameryemlere, sarıasmalara dört top çalıyı çok gören kim? Kargalar, güvercinleri köyden sürüp çıkarırken gıkı çıkmadı insanoğlunun. Sözüm ona bir de, mübarek hayvandır diye etini yemezler güvercinlerin... Pencereler hasret kaldı kanat şakırtısına, hasret! Ooh, leylekler de gelmez oldu işte!.. Tabii, sizler; ak bağırlı, çatal kuyruk kırlangıçların, gözyaşı döke döke buralardan çekip gittiğini görmediniz ki...

Durun size dinlediklerimi anlatayım. Sonra, kaldığım yerden devam ederim. Belki de biliyorsunuz hikâyeyi… Ama olsun, ben yine de anlatacağım. Hele hele, insan soyuna bildiğim dediği şeyleri bir daha anlatmak gerek...


Yılanı bilirsiniz, insanın en büyük düşmanı... Peki ama, neden düşman?

Düşünürsünüz ya...

Bir gün yılan, yolda sivrisineğe rast gelir. “Ey sivrisinek, canım kan istiyor,” der. “Şöyle, tatlı mı tatlı kanı olan birini bulsam da, doya doya bir emsem...” Sivrisineğin, yaltaklanacağı tutar yılana. “Derdin bu mu? Ben sana hemen bulurum,” deyip uçar gider. Sivrisinek ata konar, ite konar, börtüye, böceğe konar; emdiği kanlar pek hoşuna gitmeez. Döner dolaşır, sıra insanoğluna gelir. Aman Allah’ ım, bir kan ki abıhayat, bal şerbet! Emer kanı, doldurur torbasına; uçar gider. Yolda kırlangıca rastlar. Sivrisineğin telâşlı halini görünce sorar kırlangıç, “Hayrola, ne bu hal?” Sivrisinek olanları bir bir anlatır, yılana haber vereceğini söyler. Yüreği el vermez kırlangıcın. “Aç ağzını da bir bakayım,” der sivrisineğe. Sivrisinek ağzını açar açmaz, kırlangıç atik davranır; sineğin dilini koparır. Bin bir acı içinde, yılanın yanına çıkar gelir sivrisinek. Başlar, nını nını nını nı nı, anlatmaya... Ağzından dilinden ne dediği anlaşılmasa da; işaretlerle olanları aktarır.   Kırlangıca düşman kesilir yılan. Günlerce pusuya yatar. Bir gün tenhada kıstırınca saldırır üstüne. İlk hamleler boşa gider. Derken bir saldırış daha... kırlangıcı kuyruğundan yakalar. Boğuşurlar... Kırlangıç canını zor kurtarır. Ancak, düz kuyruğu da çatal olur... Acılar içinde, insanoğluna varır kırlangıç. Başından geçenleri anlatır bir bir. Minnetle bakar hayvana insanoğlu. Yapılan iyiliğin altında kalmaz, “Gel, yuvanı gözümün önüne yap,” diyerek evinin her bir köşesini, ona açar...


Sonra mı?

Ah, dostlarım; zaman denen törpü insanoğlunun huyunu da değiştiriyor. İyilik, minnet, kadir kıymet… Bir zaman geliyor, bunların da hükmü kalmıyor şu kahpe dünyada...

Sanırım üç yıl önceydi. Havayı yeşil ot kokularının sardığı bir bahar sabahı, o ulu denizleri leylekler sırtında aşan ak bağırlı, çatalkuyruk kırlangıçlar çıkagelmişler ata yadigârı yuvalarına. Bir de ne görsünler; serçeler, kırlangıçların güzelim yuvalarına kurulmuşlar! “Çıkın,” demişler, “yuvamızdan!” Tınan kim... Bir hayvanda onur olmalı. Arsız serçelerde onur, gurur ne gezer... Kırlangıçlar bu kez insanoğluna varmışlar, “Bize yardımcı ol; ey, eşref-i mahlûkat!” demişler. Yaratıkların başı, ne yapsa beğenirsiniz; yüzlerine bile bakmamış... Zavallı hayvanlar, lânetler yağdırıp kanatlarının tozuyla ayrılmışlar oradan.

Bana bunları, o güzelim bahar sabahı, bir kırlangıç anlattı köyün söğütlü pınarında. Ve o günün öğle sonu kafile çekip gitti bu diyardan. Bir daha da, o gün bu gündür gelmediler. Varsa göreniniz, söylesin... Şu geçtiğimiz bahar, kaçı geldi ak bağırlı kır-langıçların?


Neyse, kaldığım yerden devam edeyim başımdan geçenleri anlatmaya...

Havanın pusu biraz kırılmıştı. Köyün bacalarından yükselen dumanlar daha bir iyi seçiliyordu artık. Yuvamda daha fazla duramadım. Kanat vurup yaşlı ceviz ağacındaki kovuğumdan ayrıldım. Köye varıp hem o köylüye konukların geleceğini haber verecektim; hem de evlerin tersliğinde, çöplüğünde yiyecek arayacaktım...

Ana yolun üzerinden geçerken bir ara başımı sağ tarafa çevirdim. Az ilerdeki petrol istasyonunda mola veren otobüsleri gördüm. Aklıma lokantanın çöplüğü geldi. Yemek artıkları gözümün önünde uçuşmaya başladı bir anda. Çeyrek tur atıp oraya yöneldim. Vakit erken sayılırdı. Kargaların işbaşı yapacaklarını sanmıyordum. Uçuyordum sevinçten. Şansım yaver giderse, keyfime diyecek olamazdı. Günler sonra taşlığım bayram edecekti…

İstasyona varınca, önce lokantanın çatısındaki televizyon antenine kondum. Ses soluk yoktu ortalıkta. Yeterince soluklanıp gücümü toparladım. Sonra havalanıp binanın arka tarafına süzüldüm. Aman Allah’ım, ne göreyim; yerin göğün kargası, toplanmış... Üzerine konan karga sürüsünden, çöplüğü görene aşk olsun... Çekip gitsem mii, gitmesem mi; ne yapacağımı şaşırdım...  Üstlerinde iki tur atıp yandaki söğüt ağacının dalına kondum. Gözleri dünyayı görmüyordu namussuzların; çöplükte ne varsa silip süpürüyorlardı. Yanlarına varıp bir uçtan çöplenmeye kalksam, hepsinin birden üzerime çullanacağını adım gibi biliyordum. Aralarında serçeler de vardı. Nedense bu karga milleti, onlara ses çıkarmıyordu. Oysa hepimiz aynı b.kun soyuyduk. Son birkaç yıldır moda çıkarmışlar, biz saksağanları semtlerine uğratmıyorlardı. Ne kötülüğümüzü görmüşlerdi ki?

Baktım, bir serçe sürüden havalanıp az öteme kondu. Meğer beni görmüş namussuz… Mit mit yanıma gelip:

- Ne b.k işin var senin burda! Canın dideklenmek mi istiyor, demez mi?

Canıma tak etmişti artık.

- Sana da n’oluyor pis yardakçı! deyip saldırdım üstüne.

Pırrr, uçup gitti sürünün içine. Bir anda kargaların tümü çöplenmeyi bırakıp bana pis pis bakmaya başladılar. İçlerinden biri dayı dayı gelip yanıma kondu. Gözlerini belerterek:

- Belanı mı arıyorsun sabah sabah, pis topal? dedi. Çabuk terk et burayı! Yoksa...

Havalandım hemen. Ne yapabilirdim ki? Lânet olsun, yoktu arkam. Bu pis kargaların şerrinden darmadağın olmuştuk...

Üstlerinde tur atıp duruyordum. Açtım. Gözümü çöplükten ayıramıyordum bir türlü. Beni görmüyorlardı, gittiğimi sanmışlardı, aptallar.

Birden binanın köşesinden bir garson çıkıverdi. Elinde çöp kovası vardı. Nedense, çöpleri bu kez, çöplüğün az ilerisine boşalttı. Karga sürüsü farkına varmamıştı dökülenlerin. Bu kaçırılmaması gereken bir fırsattı benim için. Yere doğru dik bir dalış yaptım, taze çöplerin üzerine kondum. Hemen fark etti eşkıya sürüsü. Durur muyum, ayağıma ne denk geldiyse kapıp kaçtım. İnanmazsınız, alçaklardan ikisi, köy yoluna kadar kovaladı beni...

Yarım dilim ekmekmiş kaptığım. Bir ağacın dibine çekilip tümünü kursağıma indirdim. Neşem yerine gelmişti artık.

Açlığımı az da olsa gidermenin verdiği mutluluk, gel gör ki fazla uzun sürmedi...

Evet, size yerine getireceğim görevimden söz etmiştim değil mi?

Köye varıp konukların geleceği evin üzerinde üç beş tur attım. Evdekilerin yola bakan odada oturduklarını, dumanı tüten bacadan anlamıştım. Pencereye yakın, dalları yer yer karla örtülü bir armut ağacı vardı. Süzülüp ağacın tepesine kondum. Yanılmamıştım; evin beyi, hanımı -sırtları dışarıya dönük- minderlikte oturuyorlardı. Daldan dala seke seke pencerenin dibine kadar sokuldum. İçeriyi daha bir güzel görüyordum artık. Karı koca, televizyon izliyorlardı. Haberi iletmeliydim. Kuyruğumu sallaya sallaya ötmeye başladım Adam başını çevirince göz göze geldik. Nedense, pencereyi falan açmadı; dönüp tekrar televizyon izlemeye başladı. Anlamamıştı sanırım... Ötüşlerimi sıklaştırdım. Muhakkak hissettirmeliydim konukların geleceğini. Ona göre hazırlıklarını yapmalıydılar... Durmadan ötüyordum.

Adam tekrar bana baktı. Sonra dizlerinin üstünde doğrulup pencerenin kanadını açtı. Ben, “Hayırlı haberse, bir daha şakla; değilse, sırtından çatla...” falan diyeceğini sanırken; o, dışarı sarkarak, öfkeli öfkeli:

- Dizinin içine ettin be! dedi. Cagır cagır cagır...

Anlamamıştım ne demek istediğini. Bir daha öttüm... Adam, daha da kızarak,

- Fazla kafa ütüleme! dedi. “Tamam, biliyoruz geleceklerini... Hadi, çek arabanı!

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bu kez pencerenin öteki kanadını evin hanımı açtı. Alaylı alaylı:

- Allah’ın şaşkını, senin dünyadan haberin yok, dedi. Telefon, telefoon... Hadi, kıışş!

Pencerenin kanatlarını çat, çat kapadılar; döndüler televizyona.

Sonrasını sormayın bana, kuyruğumu düğüp çekip geldim yuvama.


Dostlarım, sözüm söz... Hele bir bahar, hele bir bahar göstersin yüzünü...


 


 


 


 


YAMANLAR’IN DORUĞUNDA


            BİR ESMER BULUT




Çan çalınca kulenin saatine baktım. Üçü gösteriyordu. İki kere daha çaldı çan:

- Daaann! Daaann!

Çevredeki banklarda oturanlardan da saate bakanlar oldu. İlk Kurşun’un önündeki alana güvercin alayı bir daha indi. Yaşlı bir adamla siyah bürgülü bir kadın, bir de yanlarında duran asker; ellerindeki yemleri saçmaya başladılar güvercinlere.

Bakışlarımı kulenin dibine çevirdim. Bir boyacı su içiyordu musluktan. On üç, on dört yaşlarında; kara kuru biriydi. Suyunu içtikten sonra ağzındaki ıslaklığı elinin tersiyle sildi, sağa sola bakmaya başladı.

Vapurun düdüğüyle irkildim bu kez, iskeleye çevirdim başımı. Karşıyaka’dan gelen vapur yanaşıyordu.

Baktım, deminki boyacı, az önümde bitiverdi. Sandığı önüne, tenekeyi altına koyup oturdu. Önündeki yoldan gelip geçenlere pek aldırmıyordu; gözü iskelede, vapurdan inen yolculardaydı.

“Şu vapura binip şöyle bir Karşıyaka yapsam...” Tam kalkacağım sıra cebimdeki bütün para geldi

aklıma. “Şimdi gitsem, bir sürü afra tafra... Hem güvertede yer de bulamayacağıma göre...”

- Tak tak, takırt!

Boyacı... Önünden geçen vapur yolcularından birini kapabilmek için can paralıyordu.

- Boyayalım abi! Boyayalım abla!

- Tak tak, takırt tak!

Hoşuma gitti takırdatması. Bir çağırasım geldi, sonra vazgeçtim. Ne de olsa iş zamanı... Boyacı aralıklarla bağırıp çağırıyor, takırdatıyor; ama kimse de dönüp bakmıyordu.

Bir an takırdatması durdu. Sesimi duyabileceği kadar yükselterek:

- Tak tak... Takırt tak! dedim.

Başını çevirip yüzüme baktı.

- Bana mı dedin abi?

- Sana... Bağırsan da çağırsan da bu insanların boyatacağı yok...

Bakışı tersleşti. Sonra dönüp yine takırdatmaya başladı. Yolcuların ardı kesildi, yol kendini o olağan geliş gidişe bıraktı. Boyacı, canı sıkkın, yerinden kalkıp sandığını omuzladı. Sandığın ön yüzündeki, kırmızı boyayla acemice yazılmış “BOYACI ZEKİ” yazısı, zor okunuyordu. Tenekesini alıp sağa sola bakına bakına, yem satıcılarının yanına doğru yürüdü. Güvercin alayının ortasında durup çevreyi taramaya başladı bu kez. Bakışlarımız bir ara takılınca gülümsedi. Ben de gülümsedim. Sanki çağırmışım... bir solukta yanıma geldi. Nazlanarak:

- Boyayım mı abi? dedi.

Ayakkabılarımı göstererek:

- Daha sabah boyadım, dedim. Boyamasaydım...

Yalvarmaya başladı bu kez:

- Olsun be abi, bi daha boyansa ne çıkar? Hem ben daha iyi boyarım!

- Olmaz. Boyası biraz eskisin, o zaman sana boyatayım. Söz...

- Oo-hooo! Beni bi daha nerde bulacaksın ki?

- Ben her zaman gelirim buraya.

- Ama ben gelmem...

- Ne yapayım... Gelirsen sana boyatırım...

Gücenik gücenik yüzüme baktı. Tepeden tırnağa süzdük birbirimizi. Mavi kareli gömleği iyice kirlenmişti. Siyah pantolonunun kumaşı, kumaşlıktan çıkmış; kirden, boyadan iyice meşinleşmişti. Tam dönüp gideceği sıra:

- Otursana Zeki, dedim.

Şaşırdı.

- Adımı nerden biliyorsun?

Gözümle sandığı işaret ettim. Zeki yazıya baktı, sonra güldü.

- Koy şöyle sandığı, bakarsın bir müşteri çıkar...

Önce kararsız kaldı, sonra bankın yanına yerleşti.

Vapurun düdüğü kalkış için ötünce bakışlarımızı o yana çevirdik. Kıç tarafta sular karıştı, köpürdü; iskeleden ayrılıp seferine koyuldu vapur.

- İşler nasıl?

Zeki, yere tükürür gibi,

- Kötü! dedi.

- Neden?

- Bilmem ki... Herkes ayakkabısını, sizin gibi kendi mi boyuyor ne... Bir asker denk getircez dee, kırk saat dil dökücez dee...

Sözünün ardını getiremedi. Salladığı eli havada kaldı bir an. Sonra başını kaşıdı.

- Aslında havalar da iyi gidiyor...

Daha bir dertlenerek:

- Doğru be abi! dedi. Baksana şu göğe...

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Cam gibiydi. Ta uzaklarda, Yamanlar’ın doruğundan Çiğli taraflarına doğru, tek tük esmer bulutlar uzanıyordu.

- Kış günleri bizim için iyiydi. Bir aydır tek bir damla düşmedi İzmir’e. Daha mayısın başı. Kasım yağmurlarına kadar, üü üüf…

- Zeki, gördün mü?

- Neyi abi?

- Bulutları, Yamanlar’ın tepesindeki bulutları...

- Evet, gördüm, dedi. Ardından da, “E, bunda ne var?” dercesine, yüzüme baktı.

- Çağıralım mı? dedim.

- Neyi, bulutları mı?

- Evet.

 Şaşırdı.

- Dalga mı geçiyorsun benimle abi?

- Yoo, çok ciddiyim. Hem seninle niye dalga geçeyim ki? Bakarsın gelir. Şöyle bir yağar, o gideni yur yıkar; millet kaçamaz, ıslanır, ayakkabıları çamur olur... Ha?

- Ah bi gelse!

- Hadi çağıralım.

Gülmeye başladı.

- Git be abi, dedi, sen valla benimle dalga geçiyorsun...

- İnan ki ciddiyim. Niye inanmıyorsun bana? Köylerde yağmur duasına falan çıkarlar ya, onun gibi bir şey.

- N’aber Kıytırık!.. dedi birisi arkamızdan. Baktık; sarı saçlı, çilli suratlı bir boyacı... Sırıtıyordu.

Zeki birden ayağa kalkarak:

- Burda da mı buldun beni, Sarı Çıyan!.. dedi. Çabuk defol!

Sarı Çıyan alaylı alaylı:

- Hıh, defolacakmışım… dedi. Konak Meydanı babanın tapulu malı mı?

Birden yaka paça giriştiler. Yerimden kalkıp ayırdım.

- Burası ikinize de yeter, ayıp yaptığınız!

Yerlerimize oturduk. Sarı Çıyan az öteye gitti; sandığını önüne, tenekesini altına alıp oturdu. Başladı takırdatmaya...

Zeki başını iki yana sallayarak burnundan soluyordu.

- Ah bi sen olmayacaktın... Alırdım paçasını yere...

- Boş ver...

Epey sustuk. Zeki bakışlarını bulutlara kaydırdı. Uzun uzun süzdü oraları. Sonra üzgün üzgün:

- Senin dediğin olmaz, dedi.

- Olmayacak olan ne?

- Şu, bulut çağırma işi...

- Haa... Ama belli de olmaz, köylerde falan çağırıyorlar...

- Ama o ayrı iş. Dua mua olursa, belki... Sen dua bilir misin?

- Canım, duaya ne gerek var; biz açık açık çağırırız, rica ederiz.

Biraz, aklı yatar gibi oldu.

- Gelirler mi ki?

- Bakarsın, gelirler. Görüyor musun, ne de yağmur yüklü...

Giderek heyecanlandı.

- Peki nasıl olacak?

- Sen orasını bana bırak. Şey... Sevgilin var mı?

Yüzü kızardı, kahverengi gözleri oyuklarında fıldırdamaya başladı. Gülerek:

- Canım, ne ilgisi var o işin şimdi bununla, dedi.

- Sen soruma yanıt ver; var mı, yok mu?

Utana sıkıla:

- Var, diyebildi.

- Güzeel. İyi bak şimdi, çağırıyorum...

Soluk almadan beni izliyordu. Gözlerimi bulutlara dikip elimi havaya kaldırdım:

- Heey, Yamanlar’ın doruğunda çakılı duran bulutlaar... Ne bekliyorsunuz orda... Boyacı Zeki, sevgilisini bekler gibi,  sizi bekliyor Konak’ta... Beş dakkalığına da olsa geliiin... Çabuuuk...

Yüzüme baktı, tatlı tatlı gülümsedi.

- Gördün işte, çağırdım.

- Eee...

- E..si, bakarsın gelirler...

Bakışlarını bulutlara çevirdi, dalıp gitti.

Baktım, eli çantalı bir adam, gelip Zeki’nin önünde durdu:

- Boş musun aslanım? dedi.

Zeki irkildi. Daha ağzını açmadan, Sari Çıyan bağırdı yan taraftan:

- Ben boşum abi!

Çantalı adam Sarı Çiyan’a yöneliverdi.

Zeki taş kesilmişti sanki. Gık diyemedi.

Sarı Çıyan müşterinin paçasını keyifli keyifli kıvırıyor; bir yandan da, Zeki’ye bakarak, pis pis sırıtı-yordu. Bir ara sol elini yumruk yapıp bileğinden salladı. Zeki fırladı yerinden. Güçlükle kolundan tutup oturttum.

- Bırak yapsın, sen uyma...

Burnundan soluyordu.

- Aslında suç bende. Seni oyaladım, müşterini kaptırdım.

- Yoo, dedi gönlümü almaya çalışarak, boya moya önemli değil; beni asıl sinir eden şey, şu pis pis sırıtışı...

Sustuk. Bulutlardaydı gözümüz. Neden sonra Zeki, daha bir üzgün:

- Duruyorlar, dedi.

- Evet...

- Duymadılar belki.

- Sanmam, duymuşlardır...

- Geliyor abi! dedi Zeki, büyük bir sevinçle.

- Ne geliyor?

Başıyla işaret ederek:

- Müşteri... Kokusundan bilirim, bak...

Az ilerden bize doğru gelen gençten birisini gösteriyordu. Genç adam gelip Zeki’nin önünde durdu. Ayağını sandığın üzerine koyup:

- Boya bakalım, dedi.

Zeki yüzüme baktı, gülümsedi. Boya, cila kutularını, kadifeyi çıkardı; fırçaları birbirine sürtüp işine koyuldu. Bir ara yan tarafa baktı. Sarı Çıyan’la göz göze gelince, sağ elini yumruk yapıp bileğinden salladı. Sarı Çıyan bozuldu. Müşteri, bir onlara baktı, bir bana... Olanlardan pek bir şey anlamadı. Ama, gülümsemeden de edemedi...     

Çan, bir kere çaldı. Saate baktım, üç buçuğu gösteriyordu. Yerimden kalkıp:

- Zeki, dedim.

Fırça sallayan kolları durdu. Yüzüme baktı.

- Ben gidiyorum.

Suratı birden değişti.

- Oturuyorduk ya abi...

- Gitmem gerek. Bugün geç oldu. Sonra yine görüşürüz.

- Buraya yine geleceksin değil mi?

- Tabii. Ben hep gelirim buraya.

- İyi, ben de geleyim. Yine bulut çağıralım olmaz mı?

- Olur, çağıralım...

Gülümsedim. Sözlerim, tavrım pek inandırıcı gelmiyordu sanki.

- N’olur gel abi, dedi, arkadaş olalım seninle.

- Olduk ya...

Sevinci kara kuru bedeninden taştı, başladı fırçaları sallamaya.

Yürüdüm durağa.






 


 


 


 


Bİ DE BİZ




Asırlık çınarlar, dallarda vıcırdayan kuşlar, kanallardan gürül gürül akan sular... Burası, Pınarbaşı.

İşte o cumartesilerden ya da pazarlardan biri... Taksi, dolmuş; minder, kilim, masa, sandalye, sele, sepet; ip, top, uçurtma; rakı makı, bira mira; def, dümbelek...

İnsanlar; yollarda, parklarda, çaybahçelerinde, ağaç altlarında... Kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk... Vıngır vıngır...

Şarkılar, türküler, naralar; ziller, defler, darbukalar; mastika mastika,  arada bir, Hasanım...


Ta uçta yaşlı bir zeytin ağacı... Ağacın dibinde serili bir kilim, kilimin üzerinde eğreti oturan bir ana, bir baba; az ötelerinde de çayırlıkta deli taylar gibi koşuşan bir Ceren, bir de Caner...

“Hadi,” denmişti, “bi de biz... Gözümüz gönlümüz açılsın. Kış kıyamet uzun sürdü. Çoluk çocuk kapandık kaldık. Ha ömürde bi de biz...”

Kuşlukta gelip yerleşmişlerdi zeytin ağacının altına. Öğleye dek imrenerek bakmışlardı oturanlara, çalıp çığıranlara, mastika oynayanlara. İmrenerek bakmışlardı Ceren’le Caner uçan uçurtmalara, zıplayan toplara. Çocuklar hariç, belli etmeden yutkunmuşlardı mangallarda cızırdayan etlerin kokusuna.

İşte o ara, çayın demlenip de sofranın hazırlandığı o sıra, Caner koşarak geldi. Elindeki şişeyi göste-rerek:

- Baba, dedi. Bu, senin fabrikanın şişesi değil mi?

Baba tingedek düştü, yüzüne karanlık bir bulut çöktü. Ana, Caner’i azarlayarak:

- Nerden buldun len o şişeyi? dedi. Git, bırak nerden aldıysan!

Caner süklüm püklüm uzaklaştı. Az öteye varınca, daha daha öteye fırlattı boş bira şişesini. Sonra Ceren’in yanına varıp oynamaya koyuldu.

Ana soran gözlerle baktı babaya. Baba, başını öne eğdi; sıkıntısını dışa vurarak:

- Vaziyet kötü, dedi. Yarın değilse bürgün, sıra bize geldi dayandı...

- Belki seni çıkarmazlar. Ne de olsa on yıllık işçisin.

- İstersen yirmi yıllık ol. Faydasız...

Ana sustu. Bekledi. Baba sigaradan bir nefes çekermiş gibi:

- Ali Usta’yı bilirsin… dedi. Çoluk çocuk, üç gün fabrika kapısında ağlayıp uluştular; tınan bile olmadı.

Ana, çaresiz... Anca,

- Üzülme bakalım, diyebildi.

- Üzülme ha... Aylardır, bir gün gelip işsizim diyeceğimin korkusu, yedi tüketti beni. Durmuş da, üzülme, diyorsun...

“Bilmez miyim,” diye içinden geçirdi ana, “her Allah’ın günü neler hissettiğini, göz göre göre nasıl eriyip gittiğini... Tam da sırasıydı... Eşoğleşek, nerden buldu o şişeyi...”

Toparlanıp:

- Hadi çay hazır, sofra hazır, dedi, iyice acıktık... Babadan çıt çıkmadı.

- Cereen! Caneer! Gelin, yemek yiiceez!

Uçarak geldi çocuklar. Hemen sofraya oturdular. Ana ekmeği dilimledi, çayları koydu. Yemek boyu tek söz edilmedi. Ceren bir şeyler söyleyecek gibi oldu, babasının suratını görünce vazgeçti. Çabucak yenildi birer dilim ekmek, birer dilim peynir, üçercik zeytin; ikişer üçer dikimde bitirildi birer bardak çay. Geçmedi babanın boğazından keyif çayı.

Çabucak toplandı torba, sepet; hemen dürülüp koltuğa sıkıştırıldı kilim. Ne çağıldayan sular, ne vıcırdayan kuşlar; ne uçurtma, ne ip, ne top... Depreşen dertleri anayı, babayı ezdi büzdü; bakmadan artlarına, düştüler yola. Çocuklarınsa ayakları yolda, canları çayırlıkta...


“Hadi...” denmişti. “Hadi, bin yılda bi de biz...”


 


 


 


 


 


 


 


NİNNİ




Gel yavrum, bugün de ben alayım kollarıma seni. Yatırayım sıcacık yatağına…

Annen mi? Görüyorsun işte halimizi, mutfakta... Sonra yazıydı çiziydi... Hem, ne fark eder; bugün de ben olsam, sen uykuya dalarken yanı başında? Haydi, uzan yatağına...

Şimdi uyu güzelim şu sessizliğe durmuş gecede. Güller açtırsın yüzünde düşlerin. Kapat yavrum gözlerini. Bilmem ki senin için, anamdan kalma bir ninniyi mi dilime dolasam ya da masal mı anlatsam? Şöyle kuşlu, çiçekli...


Ah yavrum Özgecan, kötüleşti zaman. Her adımda çukur, her adımda taş... Dahası gecemiz zehir, günümüz zindan...

Bak, dün n’oldu biliyor musun; bir baba ağılamış on bir aylık bebeğini... İlerde annesi gibi kötü yola düşmesin diye... İnan, haberi okurken gazetede, ilmekler koptu yüreğimde... 

Bugünse bir baba gördüm yolda. Elinde bardak, kaşık kaşık çay içiriyordu arabada yatan felçli çocuğuna. Her kaşıkta çayın yarısı, çocuğun dudaklarından dökülüyordu. Ama babanın gözleri gülüyordu. Benimse yüreğimde, dağlar devriliyordu...


Uyu güzelim sen şu sessizliğe durmuş gecede. Aralansın kapıları güzel düşlerin. Alıp götürsün seni kanatlarında bir ak kuş, uçursun sonsuz ufuklarda. Erinci duyulan o güzelim kırlarda gez, dolaş, oyna... Derken, elinde yeni açmış bir gül, güneşle birlikte dayan kapımıza...

Ah yavrum; bir top ışık ol, aydınlat geceye dönmüş gündüzlerimizi. Bir çift kanat ol, uçur sessiz çarpan yüreklerimizi. Ah güzelim, tepeden tırnağa sevgiye kes bizleri. Sen umut, sen can, aah sen özge can; çiçekler sunar gibi dağıt insanlara tüm sevgini.

Aah Özgecan, ah sen bir ‘başka can’; yoluna olurum kurban...

Öz-ge-caan... Öz-ge-caan... Şiişt, bir başka caan...

...




* Vladislav BAHREVSKI: Sovyet Edebiyatı öykü ve romancısı
* Böcek: Tatlı su kereviti
* Çilindirik: Söğüt ağacının ince uç dalları
* En: “Oyun” adlı öykünün kahramanı küçük kız

1 yorum:

  1. Bir matematikçi olarak yorum yapmak zor. kolay bir cümle olacak ama genede yazıyorum... ''güzel öykülerin için emeğine sağlık, iyiki varsın amca...''

    YanıtlaSil