Öykü Dizisi…………..: 03
Birinci Basım…………: Eylül 1996
Kapak Resmi………….: Mehmet Karaaslan
Yöneten………………: Murat Kulaç
İÇİNDEKİLER
Birinci Baskının
Ardından.................................
Nisan Kışı…………………………………….…..
Kaçak………………………………………….….
Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı……….......…
Çeek Türk Oğlu Çek………………...……………
Nisan Yazı…………………………………….….
Karşı Dağdan Gelen Ses…………………….…....
Dertleşme……………………………….…….......
Ders: Kompozisyon / Konu: ?.. …………….........
Paylaştıkça Güzelleşir Yaşam…………………….
İş……………………………………………….…
Düş……………………………………………......
Gücenik……………………………………….......
Yamanlar’ın Doruğunda Bir Esmer Bulut………...
Bi de Biz..……………………………………….
Ninni ...…………………………………….........
BİRİNCİ BASKININ ARDINDAN
Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı, öykülerini geçmiş yıllarda VARLIK,
İMECE, TEMMUZ ve GERÇEK SANAT’ta okuduğumuz Ahmet Ordu’nun ilk öykü kitabı.
On beş öyküden oluşan kitap, Orta Anadolu insanından yola çıkarak;
ezilmiş, horlanmış bireylerin açmazlarını, özlemlerini küçük dünyalarından
evrensel boyuta taşıyan bir eser.
İlk öykü olan Nisan Kışı’ndaki toplumcu gerçekçi çizgi, diğer öykülerde
de değişik yaşam kesitleri içinde, çarpıcı bir anlatım ustalığıyla sergileniyor.
Bunca yoksulluk, bunca umarsızlık içinde bile yaşamı sevgiyle kucaklayıp
paylaştıkça güzelleştiriyor Ahmet Ordu.
Öykünün yazınsal işlevini çok iyi bilen yazar, toplumsal olgulara dikkatimizi
yoğunlaştırırken öz- biçim ilişkisinin üst düzeyde bir bileşkesini de sunuyor
okura...
Aralık 1996
Bahri Karaduman
Bu kitapta, üçer beşer sayfalık küçük öykülere sığdırılmış büyük duygu
selleri var.
Ahmet Ordu, neredeyse yitirdiğimiz ince bir duyarlığı sıcacık öykülere
nakşedip yaşamdan, insanın içine işleyen kesitler sunuyor. Türkçe’nin çoktandır
belleğine gömdüğü nice terk edilmiş sıfata, nice unutulmuş yükleme sevgiyle
sahip çıkıp, onlardan damla damla damıtıyor öykülerini. Öyle ki, yoksul bir
“Madenci”nin, çakır gözlü bir çocuğun, giderayak dillenmiş bir ihtiyarın
gözyaşları yüreğinize sancı olup saplanıyor okudukça.
Paylaştıkça zenginleşiyorsunuz.
“Eskinin yetmediği, yeninin bitmediği” bu yazın diyarında, ansızın fışkıran
bu rengarenk sevgi çiçeğini, saygıyla selamlıyoruz…
Mart 1997
Can Dündar
Toprağın yazarıdır Ahmet Ordu. Kavaklarla, kirazlarla, cevizlerle
birliktedir. Meyve kimimiz için umuttur, kimimiz için ise acıdır.Yaptığınız
işin karşılığı olan parayı alamazsınız. Karşınızdaki eylemin tamamlanmasını bekler,
askerdeki oğlunuz ise harçlık... Çırpınırsınız, anlamazlar derdinizden.
Dün insanlıktan uzaklaşan insanoğlu, bugün daha çok uzaklaşır. Varsılın
güzellikten, iyilikten ve dürüstlükten kopması yoksullara dokunca verir.
Okuru yakar öyküler.
Doğulu çocuğun türküleri denli yanıktır.
Yanıklık, yaşamımıza denk düşer.
Gülümseriz yine de.
Lâkin tadımlıktır gülüşlerimiz.
Şarkılar, türküler, ziller, darbukalar; ağaç altları, bahçeler bizi
bekler.
Gel gör ki, hangi taşı kaldırsak altından gözyaşı çıkar.
Ahmet Ordu öykülerinde madalyonun öbür yüzünü de gösteriyor bizlere.
Hem de iyi gösteriyor...
Ocak 1997
Süleyman Ekim
Öykülerini zaman zaman dergilerde okuduğumuz Ahmet Ordu, şiir tadındaki
on beş öyküsünü “Yüzünde Gözyaşı Yüreğimde Sancı” adlı kitabında toplamış.
Önce kitabın adı çarpıyor insanı. Öyküleri bitirdiğinizde, durup uzun
uzun düşünüyorsunuz. Örneğin, “Saksağanı bugün çocuklarımız bilmiyor...” diyorsunuz.
Ve daha pek çok şeyi...
On beş öykü boyunca akıp giden ince bir hüzün alıp götürüyor sizi.
Kitabı elinize alıp ilk öyküye başlamanız yeterli. Ahmet Ordu’nun yılların
birikimine dayanan, dışlanmış, ezilmiş; ama yaşama tutunmayı becerebilmiş
insanları sizi bırakmayacak. Kitabı bitirdiğinizde siz de artık, “Paylaştıkça
Güzelleşir Yaşam.” diyeceksiniz...
Ocak 1997
Aysel Tekin Polat
NİSAN KIŞI
Duvarda asılı takvim nisanın on sekizini gösteriyordu. Dışarıda diz
boyu kar ve ortalığı kavuran bir ayaz vardı. Akşam yemeğini yiyip kahveye gelen
köylüler, önce sobanın yanına varıyor; ellerini ısıtıp ısıtıp morarmış yüzlerini,
burunlarını ovuşturuyorlardı. Kahveci ocaktan çaylar getiriyordu oturanlara.
Sıcak çaylar iki karıştırılıp yudumlanıyordu hemen. İçerisi kalabalıklaştıkça
ağızlardan çıkan sözler belirsizleşiyor, giderek uğultuya dönüşüyordu.
- Saat kaç? dedi, yanımda oturan adam.
Saatime bakıp:
- Yediye geliyor, dedim.
- Ooo, vakit gelmiş. Nerdeyse yatsı okunur, deyip kalktı. Paltosunun
yakasını kaldırıp ellerini cebine soktu, kapıya doğru yürüdü…
Mart ve nisan ayları şaşırtmıştı bizleri. Her şey birdenbire tersine
dönmüştü sanki. Şubatın sonunda günler umulanın ötesinde güzel geçmişti.
Soğuklar alıp başını gitmiş, karlar köyün az uzağındaki dağların zirvelerine
çekilmişti. Güzelim güneş, gün günden daha parlak görünmüş; havayı, suyu,
toprağı ısıtmıştı.
Bu duruma yaşlılar pek şaşmıştı. Çünkü geçen yaz bol bir meyve yılı
yaşanmıştı köyde. Yıllardır bir tek meyve vermeyen ulu ceviz ağaçlarının çatak
çatak cevizlerini gördükçe, bir yandan sevinmişler, bir yandan da, “Bu yıl kış,
çok olacak...” demekten kendilerini alamamışlardı. Ama mart ayı yaşlıların
tahminini boşa çıkarmış, baharı yöreye erkenden getirmişti. Güzden ekilen
ekinler tarlaları yeşile boyamıştı boydan boya. Kırlarda, bahçelerde otlar
iyice süymüş; ağaçların dalları çiçeğe durmuştu. Takvimlere göre erken sayılsa
da iş tavı gelmişti artık. Traktörler kapalı yerlerden çıkarılmış, yazlık ekimler
için tarlalar sürülmeye başlanmıştı. İnsanlar, bitkïler, kuşlar... Her şey, her
şey çok güzeldi.
Ama mart ayının verdiği sevinç kursağımızda kaldı… Nisanın başlarıydı.
O sabah rüzgâr ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Ara vermeden, dört gün dört
gece aç köpekler gibi uluyup durdu ortalıkta. Tarla, bahçe kenarlarındaki
yeşermiş kavaklar, toprağa daha fazla tutunamayıp köklerinden devrildi. Kiraz,
elma, kayısı ağaçlarının dalları kırıldı; çiçekleri yerlere serildi. Dördüncü
günün sonunda rüzgâr kesildi. Bu kez de kar bastırdı. Aralıksız, günlerce
yağdı. Evlerin taş temellerini geçti yerdeki kar. Yollar kapandı, kimseler kapı
dışarı çıkamadı. Günler önce baharı yaşayan yöre, felce uğradı.
Eskinin yetmediği, yeninin bitmediği bu günler; evlerinde kapanıp kalan
çoğu ailelere daha da zorlu geldi. Bir de bugünün derdinin üstüne yarının kaygısı
çullanıyordu. Ekinlerin, meyvelerin büyük zarar göreceğini; onca masrafın,
emeğin boşa gittiğini söylüyorlardı köylüler. “Ne yaparız?” sorusu beyinleri
kemirip duruyordu.
Üç gün önce durdu kar. Ancak hava ayaza çekti. Yerdeki kar kilitlenip
kaldı. Anca, şoseye bağlanan yol açılıp ulaşım sağlandı. Artık, umutlar
güneyden esecek rüzgârlara bağlandı…
Madenci girdi içeri. Başında eski bir örme takka, sırtında yaz kış
çıkarmadığı yoşuk ceketi vardı. Ortada durup oturanlara bakmaya başladı. Birini
aradığı belliydi. Göz göze gelince bana doğru yöneldi. Yanıma gelip:
- Merhaba hoca, dedi hırıltılı bir sesle.
-Merhaba, deyip yanımdaki sandalyeyi gösterdim. Kahveciye işaret edip
iki çay istedim.
Huzursuz bir hali vardı. Ellerini ovuşturuyor; arada bir alnını,
çenesini kaşıyordu.
- Hayrola, dedim.
Ceketinin iç cebinden bir mektup çıkardı, önüme koydu.
- Oğlan yollamış, bi oku...
Aldım mektubu. Zarfı açıktı. Kâğıdı çıkardım. Tarih yerinde 15 Şubat yazılıydı.
- Nerde askerlik yapıyordu Kenan?
- Sarıkamış’ta.
- Yine de çok gecikmiş. İki ay olmuş yazalı.
- Bugün geçti elime, postacı şehirde muhtara vermiş.
Okumaya başladım. Selâm ve iyi dileklerle doluydu ilk satırlar. Arada
göz ucuyla Madenci’ye bakıyordum. Merakla dinliyor, yüzünden mutluluk akıyordu.
Kahvecinin getirdiği çayı keyifle yudumluyordu bir yandan da. Mektubun
ortalarında Kenan; iyiliğinden, teskereye az bir zamanın kaldığından söz
ediyordu. Sonlara doğru, “Param kalmadı, para gönder,” diyordu. Selâm ve iyi
dileklerle bitiyordu mektup.
Kâğıdı katlayıp zarfa koydum, mektubu Madenci’nin önüne bıraktım.
Baktım, elinde yarımlanmış çay, kalakalmıştı Madenci. Az önceki
halinden eser yoktu. Yüzüne, gözlerine kara bir bulut çökmüştü.
- Ïç çayını, soğutma...
Bir dikmede bitirdi kalan çayı.
- Sağ ol hoca, deyip önündeki mektubu aldı, iç cebine koydu. Sonra
başını öne eğdi, dalıp gitti…
Köyde ona herkes, Madenci, derdi. Yeniyetmelerin çoğu gerçek adının,
Ahmet, olduğunu bilmezdi. Toprağın yüzü yanı sıra derinliğiyle de uğraştığından
bu ad takılmıştı. (Kendisi söylemişti bir konuşmamızda.) Kökçülük yapardı çoğu
zaman. Bu işi başka da yapan pek yoktu köyde. Güz mevsiminde, kışın iyi
günlerde, bahar ucunda yaptığı iş hep buydu. Güneşi batmak bilmeyen o uzun,
sıcak yaz günlerinde ise; sap tarlalarında, patozlarda çalışırdı. Güzün kimi
günler pancar sökümüne gider; kimi günler de hendek atar, hendek temizlerdi.
Bitmezdi bu köyün işi. Madenci, çatır ayazlı günlerin dışında hemen hemen boş
kalmazdı.
Çöp dikili iki evlekçik toprağı yoktu. Anadan, atadan kalmamıştı. Gündeliklerinden
artırdığı paralar da bir türlü yetmemişti toprak almaya. Erik, kiraz, elma
yetiştirme hayâlleri yıldan yıla suya düş-müş; anca, köyün bitek arazilerinin
her bir karışında alnının teri, tırnaklarının izi kalmıştı geriye…
- Hoca, dedi birden, müsaade var mı?
Baktım, gözleri ışılıyordu. Köşedeki masayı göstererek:
- Çıkıkçı’yla bi görüşücem, dedi.
Ayrıldı yanımdan. Çıkıkçı tek başınaydı. Madenci bir sandalye çekip
yanına oturdu. Tahminime göre, para isteyecekti ondan... Konuşmaya başladılar.
Arada bir, “Olmaz... Vermem...” diyordu Çıkıkçı sesini yükselterek. Madenci bu
kez, iyice yanına sokulup dil dökmeye başladı. Birden elini masaya vurarak:
- Kıvırtma Madenci! dedi Çıkıkçı.
Uğultu bir anda bıçak gibi kesildi. Herkes bakışlarını onlara çevirdi.
Bu kez ayağa kalktı Çıkıkçı:
- Ben anlaşmamızı tanırım arkadaş! deyip kapıya yürüdü. Sağa sola
bakmadan çıkıp gitti.
Bakışlarımız Madenci’ye çevrildi. Hüzün akıyordu yüzünden. Gözlerini
kapıya dikmiş, kıpırtısız duruyordu.
- N’oldu Madenci? diye sordu yan masadan biri.
- Yok bi şey, yok bi şey... diyerek kapatmaya çalıştı.
Kırgınlığını, üzülmüşlüğünü ele veriyordu bu sözleri. Köylüler üstelemediler.
Kendi haline bıraktılar…
Onu, geçen yaz bir sabah da böyle görmüştüm. Kahvenin önünde durmuş,
traktörlere doluşup horata şamata içinde tarlalara giden patozcuların ardından
bakıyordu. “Hayrola Madenci,” demiştim. Derin bir iç çektikten sonra, “Bizim
pilimiz bitmiş hoca...” diyerek karşılık vermişti. Ardından da, “Patozcular dün
bizim ağaya beni şikâyet etmişler. Karşımıza sap taşıyacak, patoza sap atacak
adam bul. Madenci’yle falan olmaz bu iş, demişler... İşte böyle hoca, senin
anlıycan, ıskartaya çıktık biz,” diyerek gücenik gücenik sürdürmüştü konuşmasını.
“Hadi be sen de!” deyip gönlünü almaya çalışmıştım. Ama olmamıştı, sözlerim
yarasını saramamıştı bir türlü…
Oturanlar gittikçe azalıyordu. Köylüler birer ikişer çıkıp evlerine
gidiyorlardı. Madenci de kalktı. Yanımdan geçerken:
- Madenci, dedim.
Durup yüzüme baktı.
- Gel hele, otur. Vakit erken...
Bir an kararsız kaldı. Sonra vazgeçti gitmekten, gelip yanıma oturdu.
- N’oldu? Belki yardımcı olurum…
Kahırlı kahırlı:
- Hoca, insanlık ölmüş. Bir damla bile kalmamış, deyip derinden bir “hı
hıı...” çekti. Yılların çilesi, kahrı okunuyordu bu “hı çekiş”te.
- İstersen anlat. Bilmek isterim seni üzen şeyi. Belki bir yardımım
dokunur…
Kararsızdı anlatmakta.
- Hadi...
- Çıkıkçı’nın kök işini almıştım, Mart başında. Eriklik’te sekiz on
yaşlı kavağı, dört de kurumuş yaşlı kirazı vardı. Pazarlık ettik. “İş bitince
paranı veririm,” dedi. “Olur,” deyip salladım kazmayı. Kavakları, iki kirazı
temizledim. Geriye ikicik kaldı. İki günlük iş... Ama Allah müsaade etmedi.
Rüzgâr oldu, tipi oldu; iş kaldı. Havalar düzelince bitiricem. Okudun mektubu,
Ha, oğlana yollayayım diye, gittim parayı istedim. “Hiç olmazsa pazarlığın
yarısını ver,” dedim. Mesele bu. Gördün işte...
- Olur bakalım, üzülme. Belki onun da durumu el vermemiştir.
- Öyle desin... Hayvan mıyız hoca, biz de halden biliriz... Ama bana,
ağalık, patronluk taslıyor. Pazarlık neyse, oymuş. “İş bitmeden vermem,”
diyor. Sanki kaçıcı var... Şu köyde
hangi bir komşunun parasını aldım da işini yarıda koydum? Ağırıma giden bu,
hoca...
- Üzülme, olur böyle şeyler. Uygun bir zamanda gel; Kenan’a bir mektup
yazarız, para işini de kolay ederiz. Ben...
Birden sözümü kesti:
- Sen beni yanlış anladın hoca!
- Birbirimizi yeni mi tanıyoruz Madenci...
Sustu. “Olur, gelirim,” demek ağrına gidiyordu. Daha fazla duramadı,
omuzları düşük, ayrıldı yanımdan…
* * *
Kahvenin önüne gelince, uzaktan üçerli beşerli gruplar halinde, köylülerin
geldiklerini gördüm. Hava kapalı ve oldukça soğuktu. Ceketlerine, paltolarına
sıkı sıkı sarınmışlar; hızlı hızlı yürüyorlardı. Gelen doğruca kahveye giriyordu.
Arada göz göze geldiklerim oluyordu. Bakışları tuhaftı. Dayanamayıp sordum
birine:
- Bir şey mi oldu?
Adam bir an beni süzdükten sonra:
- Duymadın mı hoca? dedi. Madenci’yi gömdük...
- Neee! Madenci’yi mi?
- Madenci’yi ya...
- Nasıl olur?
Adam elini sallayarak:
- Sorma... deyip girdi kahveye.
İnanamıyordum... Bakışlarımı yola çevirdim, hâlâ geliyorlardı köylüler.
Daha uzaktan da boş tabut göründü...
Kahveye girip cenazeden dönenlerin oturduğu masaya gittim. Sandalye
çekip oturdum yanlarına. Konuşmuyorlardı.
- Nasıl olmuş? diye sordum.
Kederli gözlerini birbirlerine çevirdiler. İçlerinden biri:
- Valla biz de pek bilmiyoruz nasıl olduğunu, dedi. Şaşırdık...
- Sabah erkenden imam salâya başlayınca ben de şaşırdım, dedi bir başkası.
Allah var, hep hastalar sökeller geldi aklıma. İmam salânın ardından, ölenin Madenci
olduğunu duyurmasın mı? Vardım evine. Herkes toplanmış. Cenaze yıkanırken
birileri anlattı. Çıkıkçı’yla yarım kalmış bir kök işi mi ne varmış. Parasını
istemiş. O da, “İşi bitir, öyle yanıma gel,” demiş. Rahmetli de kızmış,
öfkelenmiş; o öfkeyle kar, çamur demeyip kazmayı, küreği omuzladığı gibi doğru
bahçeye gitmiş. Sabahın ayazında gittiğini görenler olmuş… Akşam olmuş,
dönmemiş. Karısı, ha şimdi gelir, de şimdi gelir... beklemiş. Gelmeyince, komşu
çocuklarını yanına alıp aramaya çıkmış. Bahçeye varsalar baksalar, Madenci kök
çukurunda, çamurlara belenmiş yatıyor... Ölmüş... Nasıl ölmüş, ne zaman ölmüş;
bilen yok...
- Canına kastın neydi hey Madenci! dedi bir başkası. Çatır ayazda... Ha
paranın ocağı sönsün!
Bir diğeri de:
-O, bu bahane... Allah... Olacak işte... diyor, kadere sığınıyordu.
İnanamıyordum. Anlatılanlar bir düş gibiydi. Kapının her açılışında
Madenci içeri giriverecekmiş gibime geliyordu. Başında örme takkası, sırtında
yaz kış çıkarmadığı yoşuk ceketi... Yanıma gelip, “Hoca be, şu mektubu yazıver
be...” diyecekmiş gibi...
Dün öğleye kadar okula gelir diye ummuştum, gelmemişti. Öğleden sonra
kahvelere bakmıştım. Sorduklarım, “Görmedik.” demişlerdi hep…
Kahveci ocaktan çaylar getiriyordu. Köylüler konuşuyorlardı. Madenci’nin
ölümü üzerine söyleyeceklerini söyleyip bitirmişler; kirazlardan, ekinlerden,
pancarların ekilemeyişinden söz ediyorlardı. Birisi, ekinlere pek zararın
olmayacağını söylese de bu sözler pek inandırıcı gelmiyordu diğerlerine. “Banka
borçları ertelenmez mi?” diyordu bir başkası. Bir diğeri de, “Ya kopretif
borcu?” diyordu. Sorular havada kalıyordu hep. İyice karamsar olanlar ise arada
bir, “Hapı yuttuk! Kıtlık kapıda...” diyerek tek bir umuda dahi kapı
aralamıyorlardı.
Takvimler nisanın yirmisini gösteriyordu. Ortada titreyerek yanan soba
içeriyi ısıtıyor; dışarıda aman vermeyen ayaz ise, ikinci baharın gelmesini
biraz daha geciktiriyordu.
KAÇAK
Ay yoktu. Yıldızlar daha çok, daha parlak; el uzansa tutulacakmış kadar
yakın görünüyordu. Mevsim yazın ucu olmasına karşın ortalıkta dayanılmaz bir
sıcak vardı. Çocuklar, kadınlar, gündüzkü tarla tapan işlerinin verdiği
yorgunluğa yenik düşen erkekler, akşam yemeğini yer yemez damlardaki yataklara
serilip kalmışlardı. Tek tük evden çıkan ölgün ışıkları, köyün üstüne çullanan
karanlık yiyip yutuyordu. Çevreden çıt çıkmıyor, her bir yanı kaplayan
sessizlik çın çın ötüyordu.
Köyün imamı yatsı ezanına başlar başlamaz, aşağıdaki gölden kurbağalar
vıraklamaya durdu. Oluşan uğultuya üç beş evin köpeği karşılık verdi. Köyün
öbür ucundaki bir evin köpeği ise uzun uzun uludu. Daha sonra havlamalarını,
ulumalarını kesen köpekler meydanı vıraklayan kurbağalara bıraktı.
Elif Ana ezan bitince yüzünü sıvazladı. Ellerini yıldızlı göğe doğru
açıp:
- Ey Allah’ım! dedi ağlamaklı bir sesle. Şu mübarek ezanların
hürmetine...
Az ötesinde, damın ucuna doğru bağdaş kurmuş olan oğlu Kemal ters bir
bakış fırlatınca, Elif Ana yalvarmasını kesti. İçi devrilip devrilip geliyor;
bağırıp çağırmak, ününün yettiği kadar ilenmek istiyordu. Ama Kemal’in bir
bakışı, ağzından çıkan tek bir sözü; içinden kopup gelen ağlamaları, hıçkırmaları
boğazına düğümleyip atıveriyordu.
Kemal bakışlarını anasının üstünden aldı, başını iki yana sallayıp
burnundan soludu. Daha sonra önünde duran paketten bir sigara alıp yaktı. Ağız
dolusu dumanları karanlığa, kurbağa seslerinin geldiği yöne üfürdü. Tekrar
anasına bakarak:
- Bak ana! dedi sertçe. Bir daha o Kellerin kapısına gittiğini
duymayayım!
Elif Ana yanıt vermedi. Kemal üsteleyerek:
- Ana sözüm sana! dedi. Duydun mu beni? Gitmeyeceksin dedim, anladın
mı?
Kemal’in sert sözleri, çocukmuş da azarlanıyormuş gibisine geldi Elif
Ana’ya. Çok ağrına gitti. Epeydir gözünde dondurmaya çalıştığı yaşları tutamadı,
buruşmuş yüzüne koyuverdi.
Ninesinin ağladığını işitince Ali’nin içi burkuldu... Hanayda, ocak
dibindeki minderde yatıyordu. Uyuyor biliyorlardı ninesiyle babası. Oysa o,
duvarın bir noktasına gözlerini dikmiş, çıt çıkarmadan dinliyordu
konuşulanları.
- Kes şu ağlamayı ana! dedi Kemal daha da sertleşerek. Ağlayıp uluyup benim
canımı daha fazla sıkma!
Kendini güçlükle tutmaya çalıştı Elif Ana. Yaşlı gözlerini eliyle
sildi. Yalvararak:
- Kurbanın olayım Kemal’ım, hele dinle beni. Öfkelenip de kırma güzel ananın
hatırını, dedi. Kemal’i dinliyor görünce sürdürdü: Ben derim ki, bir de Veli
Emmini araya düşürelim. Belki...
Kemal gürledi:
- Veli Emmisinin dee, senin dee!
Tıkanıp kaldı Elif Ana. Kemal ileri gittiğini anladı. Sesini alçaltıp:
- Sen beni anlamıyorsun be ana, dedi, hiç anlamıyorsun... Sana, gitme
dedikçe gidiyorsun. Eline ne geçiyor ha? Söyle ne geçiyor? Beni cümle aleme
rezil mi edeceksin?
Elif Ana’dan ses gelmedi, iyice pusmuştu. Kemal sigarasından bir nefes
daha çektikten sonra:
- Bak ana, o iş bitti, dedi. Bu evden çıkıp gidene, kapım kapandı artık. O Keller’in huylarını
daha öğrenemedin sen. Onlar insan mı, ha? Söyle insan mı? Sen kapılarına varıp
yalvardıkça n’oldu? Başlarını daha da göğe çekmediler mi? Ağırken yeğni olmadın
mı, ha? Daha ne demeye, araya adam düşürelim de, gidelim de, filan deyip benim
canımı sıkıyorsun? O Keller bacılarına ağalık yapsalardı, iki tokat patlatıp
geri yollarlardı. “Hadi kızım, senin yerin burası değil, kocanın yanı. Bizim
sana yapacağımız ağalık bu,” derlerdi. “İki vurmakla hiç kaçılır mı?” derlerdi.
Hııı... İnsan değil onlar, insan değil!
Elif Ana bu sözlerden oğlunun biraz olsun yumuşadığını zannetti. Tane
tane konuşup dertleşmek istiyordu onunla. Fırsat bildi:
- Ah oğlum, ha ben de derim ki; yuvan dağılmasın, ocağın tütsün...
- Yuvasının daa, ocağının daa! deyip yine anasının lâfını ağzına tıktı
Kemal. Oturduğu yerden kalkıp hanayla ayak damı arasından aşağı inen tahta
merdivene yürüdü. Tam merdiven başına varınca:
- Kemal! dedi Elif Ana.
Kemal durup anasına baktı.
- Kemal, Kemal’ım, dinle beni. N’olursun dinle beni biricik yavrum...
- Ana, söyle!
- Kızma, sinirlenme hemen... Veli Emmini kırmazlar. Yarın bir de Veli
Emmini...
Kemal üç adımda gelip anasının başına kartal gibi çöktü. Ağzı dili tutuluveren
Elif Ana’nın yüreğine, Kemal’in öfke dolu bakışları ok gibi saplanıyordu.
- Bana bak ana; benden gizli bir iş yaptığını duyarsam; bak, anam falan
demem! Anladın mı? Karışmayacaksın benim işime! Şunu aklına koy: Zeynep benim
için bitti artık. Beklerim, mahkemeye verip boşanmıyor mu; o zaman ben boşarım
onu. Üç gün geçmeden de evlenirim. Hem de kız alırım! Ona inat, dünya aleme
ibret, vallahi de billahi de yaparım bu işi! Dediğimi yapmazsam, iyi dinle,
bıyıklarımı keser, köy meydanına çıkıp eş-şek-ler gibi anırırım! Bunu böylece
bil!
Kemal anasının söyleyeceklerine aldırmayıp merdivene yürüdü.
Basamakları güpür güpür indi, sokak kapısını çarpıp köy içine daldı.
Ali, babasının gittiğinden iyice emin olduktan sonra başını yastıktan
kaldırdı. Yattığı minderden kalkıp gölge gibi süzülerek ninesinin yanına geldi.
Elif Ana duymadı onun gelişini. Oturduğu yerde kalakalmış, içini çeke çeke
ağlıyordu. Ali okşar gibi:
- Ninee, dedi.
Elif Ana torununu dibinde görünce şaşırdı. Toparlanarak ağladığını
gizlemeye çalıştı.
- Sen daha uyumadın mı ninem? Hadi, hadi git yat. Gecenin bi yarısı oldu.
- Uykum yok, dedi Ali. Ninesine fırsat vermeden sürdürdü: Bak nine,
anamı ben getiririm!
- Nee... Ananı mı getirirsin?
- Tabii!
Büyük bir sevinç yalımı esti Elif Ana’nın içinde. “Niye göndermemişti
ki bugüne kadar çocuğu? Yalvarıp yakarıp anasının gönlünü çelebilirdi. Ana yüreği,
hiç dayanır mı?” Ali’nin diyeceklerine iyice umut bağladı.
- Nasıl getireceksin bakalım ananı? De bakayım bana bi ninem...
Ali ayağa kalktı. Kendini daha bir güçlü göstermek için omuzlarını
dikleştirdi:
- Bak nine, ben daha büyümedim mi? Yedime basmadım mı, ha?
- Büyüdün, büyüdün. Kocaman oldun.
- Anamı ben getiririm; sen hiç üzülme, hiç ağlama, e mi? Babam cici ana
getirmesin. Ben anamı getiririm... Valla... İnan bana...
Bir koşuda ocak dibine vardı. Duvarda asılı çifteyi göstererek:
- Bu çifteyi gördün mü, nine? dedi. Sabah olunca duvardan alırım. Bir
gözüne bir fişek, öteki gözüne de bir fişek... Ondan sonra taktım mı çifteyi omzuma,
doğru köy içine...
Ocak dibinden koşarak ayrıldı, ninesinin yanına geldi. Yine, ağzını
doldura doldura; ellerini, kollarını aça aça anlatmaya başladı:
- Bütün millet çifteyi omzumda görünce, Ali ne edecek, diye şaşıracak.
Sonra, omzumda çifteyle, dooğru Kel Dayılarımın kapısına... Kapıya üst üste iki
tekme:
“Heey, Kel Memet!”
“Ne vaar!”
“Verin anamı!”
“Vermeyiz!”
“Öyle mii? Al sana... Taak!”
Geberecek Kel Memet. Sonra yine bağırıcam:
“Ulan, Kel Yusuf! Verin anamı!”
“Vermeyiz!”
“Demek öylee! Bi de sana... Taak!”
Kel Dayılarımın leşlerini sericem kapı eşiğine. Sonra da kolundan
tutup, “Kaaalk!” diyeceğim anama. “Kaalk, dooğru eve!”
Sen hiiç üzülme nine; babama de, cici ana getirmesin. Ben getiririm
anamı...
Elif Ana bakışlarını torununun iri iri açılmış gözlerinde gezdirdi.
Daha fazla dayanamayıp Ali’yi bağrına bastı, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
Tam tepelerinden parlakça bir yıldız koptu, gölden tarafa akıp gitti.
Elif Ana’yla Ali farkına varmadılar. Birkaç evde yanan ışıklar da sönünce köy
daha bir koyu karanlığa gömüldü. Gökte ise yıldız sürüsü cingirdeşip duruyordu.
YÜZÜNDE GÖZYAŞI YÜREĞİMDE SANCI
Sevgideğer Bahrevski,*
Bu küçük çocuğun adıysa Şahin’di. On yaşında; akça yüzlü, çakır
gözlüydü. Akranlarına göre boyu kısaydı; ama sınıfın en çalışkanıydı. O öğretim
yılının sonunda beşe geçmişti.
Şahin’in yaşadığı köyün alt tarafında bahçeler, tarlalar, daha sonra da
geniş otlaklar uzanıyordu. Otlaklardan sonrasını da etrafı sazlıklarla çevrili,
ucu bucağı zor görünen, büyük bir göl kaplıyordu.
Mevsim daha yazın başları sayılırdı. Meyveler çiçekten kurtulmuş,
topalağa dönmüştü. Kırlardan, bahçelerden gelen yeşil ot kokuları evlerin
içlerine kadar siniyordu. İşte o günlerde, gölde av yasağı kalkmıştı.
Köylülerin çoğu kayıklarına binip yolaklardan göle açılıyor, ağırlıkları beş altı
kiloya varan sazan ve turnabalığı avlıyorlardı.
Yıldızların kaynaştığı o gece ay yoktu ortalıkta. Ortam yatı avı için çok
uygundu. Şahin’in babası Şahan, iki arkadaşıyla bir olup göle gitmişti.
Şahan’ın, av hazırlığı yaparken, “Sana kocaman kocaman balıklar getiricem
koçum!” demesi, Şahin’i sevinçten deliye döndürmüştü. Gece erkenden yatmıştı
Şahin; ama çakır gözlerine iki damlacık uyku girmek bilmemişti. Sabahleyin içi
su dolu leğende balıklarla oynama hayali, yol gibi uzayıp gitmişti. Neden sonra
varmıştı uykuya. Düşlerin bir kapısından bir kapısına girip çıkmış, hep
babasıyla uğraşıp durmuştu.
Değerli Bahrevski; Şahin o sabah, ne mor şafağın söküşünü, ne de
güneşin gölün karşı yakasındaki dağların ardından yekinip çıkışını gördü. Ta
ki, yarım minare boyu yükselen güneş, yattığı odanın kapı, pencere
aralıklarından girip üzerinde titreyince uyandı. Çakır gözleri hemen babasının
yatağına kaydı. Yoktu babası. Telâşla fırladı evlerinin ayak damına. Damda
balıklar da yoktu. Kurduğu hayaller bir anda yıkıldı. Akça yüzünü kara bir
bulut kaplayıverdi.
Sevgili Bahrevski, o köyde çocuklar koşum hayvanlarını yaz boyu gütmeye
götürürlerdi. Aslında bu iş çocuklara eğlence gibi gelirdi. Atlar, öküzler
yeşil çayırlıklarda karınlarını doyururken; onlar da söğütlerin koyu gölgelerinde
türlü türlü oyunlar oynarlardı. Yeşermiş söğüt dallarından düdükler; sarı, mor
zambakların yeşil yapraklarından kedi merdivenleri, fırıldaklar yaparlardı.
Güneş köyün batısındaki dağların doruklarına doğru inerken de köye dönerlerdi.
Köy girişinde ortalığı toz duman içinde bırakırlar, ellerindeki düdükleri
öttürüp yeri göğü inletirlerdi. Yükselen çığlıklardan rahatsız olan yaşlıların
kızmaları pek hoşlarına giderdi.
İşte, o sabah; anası Şahin’i öküz gütmeye erken gönderdi. “Babam niye
gelmedi?” sorusuna yanıt vermeden, akşamdan hazırladığı azık çıkısını Şahin’ in
eline tutuşturdu. “Akşama kadar gelme,” diye de sıkı sıkı tembihledi. Şahin
büyük bir şaşkınlık içinde öküzlerin ardından yürüdü gitti. Bir anlam veremedi
erkence gidişine. Yol boyunca, babasının gelmeyişi, anasının davranışları geldi
aklına. Ağladığını sezmişti anasının. Ama ağlamaktan da öte, kızgınlık gibi,
öfke gibi bir şeyler vardı kara gözlerinde.
Kuşlukta otlağa varınca öküzleri kendi hallerine bıraktı. Kimseler yoktu
daha ortalıkta. Azık çıkısından peynir dürümünü çıkardı. Yumurta dürümünü öğle
için ayırdı. Daha ilk ısırığı yutarken yine babası geldi aklına. Ardından da,
“Yoksa göle mi düştü babam?..” sorusu, yumruk gibi indi beynine. Çakır gözleri
yaşardı, elinde dürümü tutacak güç kalmadı. “Acaba ağlamamam için mi öküz
gütmeye yolladılar beni?..” diye düşünüyor, yüreğinin yağları eriyordu. Bir
ara, babası öldüğünde Murat’ın öküz gütmeye gitmediğini anımsadı. Az da olsa
yüreğine su serpildi. Kafasındaki kötü düşünceleri kovmaya çalıştı.
Murat’ın babasını soracaksın...
Selman, geçen yıl gölde boğulmuştu. Köylüler günlerce aramış, bulamamışlardı
onu. Bir hafta sonra kıyıya vurmuştu ölüsü. Böcekler*
kulaklarını, burnunu yemiş; tanınmaz hale getirmişlerdi yüzünü. Kokudan yanaşılamamış,
avluda güçlükle yıkamışlardı köylüler cenazeyi. Murat, anası, kardeşleri kuşlar
gibi çığrışmış; püskül püskül gözyaşı dökmüşlerdi...
Şahin’in bedenine çöreklenen sıkıntı kuşluk sonuna kadar sürdü.
Babasının ölmediğini köyden gelen çocuklardan öğrendi. Çocuklar, “Ne gölde ölmesi,
aslanım; babanı candarmalar götürmüş, haberin yok mu?..” dediler. “Bartınlı’nın
evine girmiş baban, candarmalar da eline kelepçe vurup götürmüş!.. Baban artık
gitti! Mapısta yatacak, deliklerden çildir çildir bakacak! Hey guzu hey, sen
uyu!..”
Orada fazla duramadı Şahin. Öküzleri önüne katıp koştura koştura,
ağlaya ağlaya eve geldi. Anası, geldiğinin farkına bile varmadı. Evleri
kalabalıktı; her iki taraftan, kadınlı erkekli hısımları doluşmuştu. Bazen,
olanlar hararetli hararetli anlatılıyor; bazen de başlar yere eğiliyor, evin
hanayını ağır bir sessizlik kaplıyordu. Şahin anlatılanları dinliyordu; ama
babasının o eve niçin gittiğini, jandarma
tarafından niçin götürüldüğünü tam olarak kavrayamıyordu.
Değerli Dostum, anlatılanlara göre olayın özü şuydu: Şahan o gece,
yatsıdan önce, Bartınlı ve İzzet’le bir
olup gölün yolunu tutarlar. Kurbağa vıraklamalarıyla dolu kıyıya varınca lüksü
yakarlar. Kayık, sırık ve zıpkınlar gözden geçirilir. Tam, kayığa binip de
kıyıdan ayrılacakları sıra; Şahan, “Anam karnım!..” deyip yere kapaklanır.
Giderek sancıdan kıvır kıvır kıvranır. Sancı az savuşunca, “Siz avlanın, ben
eve dönücem,” der diğerlerine. Bartınlı, İzzet her ne kadar, “Biz de seninle
gelelim,” deseler de Şahan’a söz geçiremezler. Şahan onları razı edip köyün
yolunu tutar; diğerleri de gözleri arkada, kıyıdan ayrılırlar.
Bilirsin Bahrevski, insana basit gibi gelen kimi olaylar bazen, “Bak
sen şu işe...” dedirtir. İşte bunun bir örneği yaşanır gölde: İzzet’in ters bir
hareketi, lüksün suya düşmesine neden olur. Göz gözü görmeyince av yarıda
kalır. Güç bela kıyıya ulaşırlar. Ordan da köye... Gecenin yarısı olmuş,
ortalıkta el ayak çekilmiştir. Bartınlı üsteleyerek İzzet’i evine, çay içmeye
çıkarır. Çıkınca da korkunç gerçekle karşılaşırlar: Şahan, Bartınlı’nın evinde,
yatak odasındadır... İzzet’in çabalarıyla olay cinayete dönüşmez. Ama köy bir
anda ayağa kalkar. Muhtar olayı telefonla karakola bildirir; şafağa doğru da
jandarma gelir, Şahan’ı, Bartınlı’nın karısını alıp ilçeye götürür.
Bahrevski bilirsin, gizli kaldığı sürece bu tür ilişkiler olağanmış
sayılır. Ama açığa çıkınca... Bu konu günlerce evlerde, kahvelerde, tarlalarda
konuşuldu durdu. Bartınlı gibi, Şahan’ın babası da, kardeşleri de el içine
çıkamadılar. Lânetler yağdırdılar Şahan’a, düşmediler ardına.
Günler akıp gitti bir bir, yazın ortaları gelip çattı. Oraklar vuruldu,
saplar harman yerlerine taşındı. Şahinler dayılarının yardımıyla harmanı
kaldırmaya çalıştı. Babasının adı eskisi gibi geçmiyordu artık. Anası, arada
bir şeye kızınca ağlıyor; ardından da küfürler yağdırıyordu Şahan’a. Şahin’se
üzülüyordu babası aklına geldikçe. Anasına, dedesine, amcalarına kızıyordu
babasını aramadıkları için. Ne zaman “Baba” dese, hemen pusturuluyordu.
Doruklardaki karların iyice azaldığı bir gün harman bitti. Sonrası
günlerde Şahin yine öküzlerini gütmeye götürdü... Dalda yaprağın kımıldamadığı
bir öğle üzeriydi. Güneş tepeye dikilmiş, sıcak çökmüştü. O sıra Şahin söğüt
ağacına çıkmış, gölgede geviş getiren öküzleri için elindeki tahrayla çilindirik* yeliyordu. Bir ara, şoseden gecen
taksiler, otobüsler, kamyonlar, dikkatini çekti. Özellikle ilçe yönüne doğru
gidenleri uzun uzun takip etti...
Akşam eve gelince anasına gördüklerini anlattı. Sonunda lâfı döndürüp
dolaştırıp babasına getirdi: “Ciğerim anam, n’olursun, bir kerecik olsun babamı
görmeye gidelim!” dedi. “Çok özledim!” Anası her zamanki gibi kızdı. “Olmaz!”
dedi. “O yuva bozan, hasret kalacak sana; kokunu arayacak!..” Yalvarmaları
yakarmaları boşa gitti Şahin’in. Anasının yüreğini yumuşatamadı, ağladı durdu.
Karşılığı ise bir temiz dayak oldu. Anası daha da hırsını alamadı, damlarına
çöküp yıldızlı göğe el açtı; ilendi durdu saatlerce.
Sevgili Bahrevski; ertesi gün kuşlukta, hapishane kapısında, elinde
sepet, ağlıyordu Şahin... Neden mi? Kapıdaki görevli, “Bugün görüş günü değil.
Hem seni yalnız alamam, annenle gel,” diyordu. Nasıl kaçıp gelebilirdi bir
daha?..
O gün, şafak sökerken kalkmıştı yatağından. Anasını uyandırmadan üstünü
giyinmiş; dolaptan parayı, öbür odadan babasının yün çoraplarını, hanaydaki
sepeti çıt çıkarmadan almış; gölge gibi süzülmüştü evden. Güneş yüzünü
gösterirken de bahçelerine varmıştı.
Mısır, salatalık, biber, domates koparmıştı babası için. Onca yükle, uçarak
gelmişti şoseye. İlk gelen araca da binmişti. Kamyonun şoförü yol parasını, bir
salatalığa saymıştı...
Şahin’in yalvarması, ağlaması sonuç vermedi. Görevli, “Yavrum, köyüne
git,” dedi. “Annenle gel, görüş günü çarşamba...” Şahin, babasıyla görüşemeyeceğini
anlayınca, “O zaman, bu sepeti babama verin amca,” dedi. “Bak bu olur işte,”
deyip sepeti aldı görevli. Şahin, gözyaşlarını sel edip taş yapının önünden
ayrıldı.
Dostum Bahrevski, “Oyun” adlı öykünde dediğin gibi -her öykünün bir
sonu vardır- bu öykünün de bir sonu var...
Güzün ucuna erişilmişti artık. Sabahlar daha serinlemiş, yapraklar ve
güneş biraz daha sararmıştı. Okulların açıldığı gün Şahin elime bir kağıt tutuşturdu.
Kağıtta, “Şahinim, getirdiğin hediyeyi aldım. Canım yavrum, sağ ol. Sizsiz
geçen günlerimde, bir daha yüzünüze bakamayacağımı anladım. Çakır gözlerinden
öperim oğlum... Baban Şahan” yazılıydı.
Evet, tahmin ettiğin gibi oldu Bahrevski; o mektubu gönderdikten sonra,
Şahan kendini asmıştı...
Şahin mektubu katlayıp önlüğünün cebine koyarken; onun yüzünde gözyaşı,
benimse yüreğimde sancı vardı...
Bahrevski, Dostum; sana derim ki: Keşke Şahin de -En* gibi- babasını görebilseydi...
Bahrevski, Sevgili Küçük En’in Dostu; kucak kucak selâm sana...
Şahin’in Öğretmeni
ÇEEEK TÜRK OĞLU ÇEK
Baba, pencere önündeki sedirdeydi. Oğulları ise duvar diplerine serili
minderlerde, sırtlarını kazık yastıklara vermiş, öyle, sessiz oturuyorlardı.
Bazen, ağlamaktan iyice çökmüş gözler birbirlerine takılıp kalıyor,
durgunluklarına diş geçiremiyorlardı. Arada bir; yüzleri süzülmüş, benizleri
uçmuş gelinler; haşarılıklarına gem vurmuş küçük torunlar odaya giriyor, havayı
bozmuyorlardı…
Mevsim daha güzün ortalarıydı. Ama havalar birden bozmuş, kışı kapıya
dayamıştı sanki. Önce dallarda tek bir sarı yaprak komayan sert rüzgârlar
esmiş, ardından da günlerce dinmek bilmeyen yağmurlar yağmıştı. Köyde güz
işleri yarıda kalmıştı hep. Pancarların sökümü bitirilememiş, güzlük ekinlerse
ekilememişti. Anca sebzelikler bozulmuş, güz meyveleri toplanmıştı. Tarlalar,
bahçeler çamura karmış; el ayak oynamaz olmuştu. İşte, herkesin eli böğründe
kaldığı bu günlerde, ana sessiz sedasız çekip gitmişti aralarından. Üç gün
önce... Akıllara, düşlere gelmeyen bir çaresizlik, bir sessiz telaş; köşe
bucak, her şeye sinmiş bir durgunluk bırakmıştı ardında. Geride kalanların
yüreklerine mıh gibi çakılıp kalan acı, yüzleri muma döndürmüştü…
Küçük oğul, sobaya iki odun daha atıp sönmeye yüz tutmuş ateşi canlandırdı.
Yerine otururken bakışları camdan dışarı kaydı.
-Şu havanın da ettiğine bak, diyerek çöreklenmiş sessizliği bozmak
istedi.
Sözü havada asılı kaldı. Diğerlerinden çıt çıkmadı. Baba, başını pencereye
çevirip bakışlarını dışarı, karşıki dağlara doğru uzattı. Yağmur bulutları
doruklardan eteklere doğru yine sağılmıştı. Şahan Deresi, Yörükler’in kiremit
damlı üç beş evi belli belirsiz seçiliyordu. Sozanlı, daha ötelerde Ulupınar da
öyleydi. Bakışları tekrar Şahan Deresi’ne çevrildi, oraya çakılıp kaldı.
Oğulları babayı düşünüyorlardı. “Ananın yokluğu nasıl giderilecek?
Yaşam bundan sonra nasıl kovalanacak?” Erken de olsa bu ve benzeri sorular ara da
bir zihinleri yokluyordu. Ortanca, üç beş gün sonra çoluğunu çocuğunu alıp
gidecekti görev yaptığı kente. Diğerleri ise köyde gündelik işlerine koyulacaklardı.
Ancak, acıyı paylaşmaya gelenler konuyu açtıkça; onlar babaları için pek sorunun
olmadığını, “Bakarız...” diyerek, dile getiriyorlardı. Hele küçük, büyük bir
içtenlikle, “Alır giderim evime, paşalar gibi bakarım. Kızlarım, pervane
olurlar etrafında...” diyordu. Babanın yanında kesinlikle konuşulmuyordu bu
konu. Biraz daha zamana gerek duyuluyordu.
Baba birden başını çevirdi. Ortancaya bakarak:
- Bir baba düşmanla niye savaşır? Okulda çocuklara hiç anlattın mı bunu
sen? diye sordu.
Ortanca şaşırdı. Ne demek istediğini anlayamadı. Baba sürdürdü:
- Deden İstiklâl Harbi’nde savaştı. Pek çok düşman öldürdüğünü anlatır
dururdu size. Dolabında sakladığı madalyasını gösterirdi...
Kısa bir duraksamadan sonra gönül kırgınlığını bildiren bir, “Hııı...”
çekti.
Bakışlarını babanın iyice çökmüş kemikli yüzünde, yaşaran gözlerinde
gezdiriyorlardı oğulları. Lâfı nereye getireceğini çözmeye çalışıyorlardı.
- Ben babamı hiç sevmedim! dedi ağlamaklı bir sesle. Der demez de gözlerinden
yaşlar şıpır şıpır dökülüverdi. Yürekleri paralayan ağlaması ortalığı
kapladı...
Babanın bu hali karşısında oğulların içlerinden ilmekler kopuyordu.
Canları, özleri dayanmıyordu. Büyük, kendini toparlayarak:
- Olan olmuş baba, dedi. Eskileri aklına getirip de...
O da tıkanıp kaldı, başladı ağlamaya. Ardından diğerleri...
Sesleri duyup gelen torunlar kapı aralığından üzgün bakışlarla süzmeye
başladılar onları.
Az sonra baba, cebinden çıkardığı mendili açıp yüzündeki yaşları sildi.
Hıçkırıklarını tutup, toparlanmaya çalıştı:
- Sevemedim... Tüm sevgisini esirgedi benden...
Ortanca yalvararak:
- Baba, n’olur anlatma, dedi.
- Yoo! dedi baba büyük bir kararlılıkla. Bilin...
Pencereye döndü, eliyle dağları göstererek devam etti:
- Şahan Deresi’ni görüyor musunuz? Korkuyu ürküyü ben oralarda yaşadım;
yalnızlığın ne büyük bir dert olduğunu oralarda öğrendim...
Oğullar ağlamalarını kesip, dikkat kesildiler. Babalarının böylesine bir
iç döküşüne ilk kez tanık oluyorlardı. Onun hakkında ne biliyorlarsa, hep analarından
duymuşlardı.
- Ben öz anamı hiç bilmedim. Adım haşarıya çıkmıştı bir kere, dayakla
değnekle büyüdüm. Baba korkusu, üvey ana korkusu kemiklerime işlemişti... Sekiz
on yaşlarındaydım daha. Bahar gelince köyümüzün dört bir yanı ottan geçilmezdi.
Akranlarım hayvanlarını köyün meralarında güderken, dedeniz beni beygirleri
gütmeye, taa, Şahan Deresi’ne yollardı. Azık çıkımı belime dolar, çıkardım
köyden. Yörükler’den geçmek bir dertti. Evlerden çıkan dam boyu köpekler
ısıracak diye ödüm sıdardı. Varırdım dereye. Üç dönümlük bir harman yeriydi
orası... Belki bilirsiniz, Yörük Süleymanı’na sattığımız tarlanın yanıbaşı...
Ot çöp ne gezer, zavallı beygirler akşamlara kadar tahta gibi yeri kemirir
dururlardı. Akşamlar olmak bilmezdi bir türlü. Yalnızlıktan kıvranır dururdum.
Bi çalı çıldırdasa, gökte bi kuş cıyaklasa yüreğim ağzıma gelirdi. Korkumu
yenmek için çareler arardım. Çare... Çare, yok... Ne yapacaksın ki...
Assılırdım türküyü, assılırdım türküyü... Dağda odun eden Yörük karıları...
Tıkanıverdi yine. İçi coşup geldi, gözlerinden yaşlar şıpır şıpır dökülmeye
başladı. Ağlamayla karışık sürdürdü:
-Çeek Türk oğlu, çeek! derlerdi bana. Onların sesini duyunca
sevinirdim, assılırdım türküyü... Eve erken gelsem bi araba dayak, geç gelsem
yine öyle... Taa, oraklara kadar sürerdi bu işkence. Çocuk aklımla bilemezdim babamın
niye böyle ettiğini. Sonraları anladım işin iç yüzünü; meğer, mal derdiymiş...
Küçük oğlu:
- O nasıl oluyor? dedi büyük bir merakla.
- Anlatayım... Şimdi, ana tarafımdan nineme Hacı Musa Kızı derlermiş.
Tek çocukmuş. Ondan anam olmuş. Onun da kardeşi yok… Derken, evlenmiş babamla,
ben olmuşum; daha bir yaşıma girmeden anam ölmüş. Ninem sonradan ölünce onca
mal bana kalmış. Anladın mı şimdi? Bir gün babamla Abdil Dayım -ana tarafìmdan
hısım, uzaktan- kavga ettiler köyün ortasında benim yüzümden. Abdil Dayımgil
beni almak istiyorlardı. Babam vermiyordu. Dayımın, “Senin niyetin çocuğu
öldürüp ninesinden kalan mallara konmak!” deyişi hâlâ kulaklarımda. İşte,
böyle... Ölmedim; ama pek de gün yüzü görmedim. Göstermediler...
Mendille yüzünü sildi. Başını yine pencereye çevirdi. Ortanca oğlu
derin bir iç çekerek:
- Bize de göstermedi sevgisini, dedi. Şöyle bir içten gelerek, dedem,
diye sarılamadık…
- Neleer neler olmuş, dedi en küçükleri.
Büyük:
- Öyle, diyerek sürdürdü, anam anlatırdı hep... Yalancı dünya, herkesin
ettiği yanına...
Sustular. Koyu sessizlik yine kapladı ortalığı...
Bir ara, dışardan gelen ayak sesleri, anlaşılmayan konuşmalar
kulaklarına çalındı oğulların. Baba farkında değildi. Dağlara doğru bakıyordu.
Küçük, kalkıp kapıya yürüdü. Dış kapıda, komşu kasabadan başsağlığına gelenler
vardı. Ayakkabılarını çıkarıyorlardı. İçeriye dönüp babasına:
- İbrahim Emmigil geliyor, dedi, Dereçine’den...
Abileri kalkıp kapıya yürüdüler.
Babanın bakışları Şahan Deresi’ne çakılıp kalmıştı. Kulağında, Yörük
karılarının sesi... İçinden türkü assılmak geliyordu.
NİSAN YAZI
Önündeki kâğıdın aklığı birden yitiverdi. Pencereye kaydı bakışları.
Şaşırdı. Vakit daha ikindi bile değildi; ama ortalık kararmıştı. Kalemi, kâğıdı
bırakıp tek katlı lojmanın balkonuna çıktı. Sonra başını kaldırıp havaya baktı.
İnanamadı. Yağmur bulutları kaplamıştı göğü. “Olur şey değil!” diye mırıldandı,
“Az önce, az önce cam gibiydi hava...”
İki basamaklı merdivenden indi, lojmanın önündeki meydanlığa doğru
yürürken bakışlarını ufuklara çevirdi. Demirli tarafları, Sarıcaova tarafları,
Akviran, Gazlıgöl... Her bir taraf tıkanmıştı.
“Güzeel!” dedi. “Sonunda geldiler. Sessiz sedasız...”
- Yağ yağ yaağmuur,
Teknede haamuur!
Seslerin geldiği tarafa baktı. Höyüğün tepesine doğru çıkan ara sokakta,
kızlı oğlanlı, bir alay çocuk... Tepeye doğru tırmanıyorlar, hep bir ağızdan
Allah’a seslenip O’ndan yağmur yağdırmasını istiyorlardı.
- Ver Allah’ım veer!
Sellice yağmur!
Bakışlarını köyün evlerinde gezdirdi. Höyüğün bu yamacındaki evlerin
kapı önlerinde, toprak damlarında kadınlar, erkekler arada başlarını kaldırıp
göğe bakıyorlardı. Az ileriden geçen bir köylüyle göz göze geldi. Köylü göğü
göstererek:
- Yağacak artık, hoca! dedi. Mutluluk akıyordu yüzünden.
Şimşek çaktı birden. Göğün her bir yanına yılandili ışıklar yayıldı.
Ardından da gürlemeler... Sevinç çığlıkları, bağırışlar yükseldi köy içinden:
- Heeey!
- Ver Allah’ım veeer!
- Sellicee!
İlk damlalar düşmeye başladı tek tük. Başını kaldırdı göğe. Arada bir
ağzına, gözüne düşüyordu damlalar. Giderek sepelenmeye başladı toprağın yüzüne.
Sepelendikçe de yerden hafif bir toz bulutu kalkıyordu. Tıpırtılar hoşuna
gidiyor, havaya yayılan toprağın kokusunu duyuyordu artık. Derin derin içine
çekti havayı: “Miiss...„
Höyük bayırından aşağı çocuklar koşarak indiler. Bağrış çağrış içinde
yarışıyorlardı yağmurla. Az ötedeki meydanlıkta dört dönüp birbirleriyle kuduruşmaya
başladılar. Sevinçleri bedenlerinden taşıyor, yağmurun tadını çıkarıyorlardı.
Sonra alt yola sapıp çığlık çığlığa uzaklaştılar.
Balkona gelip sandalyeye oturdu, yağmurun yağışını seyretmeye başladı.
Islak tıpırtılar çoğaldıkça toprağın rengi de giderek koyulaşıyordu.
- Hocaa!
Baktı, Murat... Yan tarafta, bahçe duvarına dayanmış, yüzünde çocukça
bir gülüş...
Murat’a yağmuru göstererek:
- Nasıl… dedi.
- Yaşadık! Yaşadık!
Bahçe duvarından atlayıverdi Murat. Merdiveni çıkıp yanına geldi.
- Tarladan mı?
- Tarladan...
- Gözlerinin içi gülüyor be... Geç otur.
Sandalyeyi gösterdi. Murat şapkasını çıkardı:
- Ver Allah’ım veeer! diyerek bağırdı. Ardından şapkayı masaya çarptı.
Başladı kıkır kıkır gülmeye.
Murat’ın bu haline sevindi.
- Otur hele, otur.
Murat sandalyeyi çekip oturdu.
- Bakıyorum keyfin yerinde...
- Ne diyorsun sen hoca, ne diyorsun! Duman olmuştuk, duman!
- Çok geç kaldı. Faydası olur mu ekinlere?
- Olur oluur! İşaret parmağını göstererek, Şöyle bir saat, bir saat...
Cebinden çakmağı, paketi çıkarıp önüne attı.
- Yak bakalım hoca...
Öğretmen dostuydu Murat. Muratlar köyünün onca Murat’ından biriydi.
Çoğu zaman böyle çıkagelir, oturur konuşurlardı saatlerce. Kimileyin gece
ya-rılarını bulurdu söyleşileri. Kitapları, dergileri karış-tırır; ilgisini
çeken yazıları bir köşeye çekilip okur-du. Bazen tartışırdı. Güzel düşünceler
ortaya atardı. Ama her seferinde de, “Sen yine de dediklerime bak-ma, ayağı
çarıklının lâfı mı olur? Kafamız çalışsay-dı okur, adam olurduk,” der; hem
alçakgönüllülük gösterir, hem de içlenirdi.
Yoksuldu. Yazı kışa, kışı yaza; ucu ucuna denk getirirdi. Beş kişilik
ailesinin tüm rızkı dört dönüm toprağa, sekiz on koyuna bağlıydı…
Yan gözle Murat’a baktı. Konuşmuyordu Murat, keyifli keyifli sigarasını
içiyor, yağmurun tadını çıkarıyordu.“Yüzü gülüyor artık,” dedi içinden…
Oysa nisan ayı boyunca şu gülüşün kırıntısını bile görememişti onun
yüzünde. Çünkü her yıl günlerce yağan bereketli bahar yağmurlarının tek bir damlası
düşmemişti. Topraktan göverip çıkan ekinler bir iki karış boylanmış,
kalakalmıştı. Yeşile çalan yöre günden güne solmuş; derelerde, hendeklerde
sular çekilmiş, toprak damar damar çatlamaya başlamıştı.
Yine bir tarla dönüşü karşılaşmıştı Murat’la. Canı sıkkındı. Sorunca,
“Bizim ekinler başak bağlamadan tırpana selâm salmış, hoca… Dersin ki temmuz,
ağustos gelip çattı. Koca Kudret, bi yağdırmadı gitti. Hani, insanın dinden,
imandan...” deyip yürümüştü.
Tüm köylü yaman bir çaresizlik yaşamıştı o günlerde. Gelecek kışı
arkalayamama korkusu gelip çöreklenmişti yüreklere. “Ne günah işledik ki?” sorusu
dudaklardan hiç düşmemişti. Her sabah kalktıklarında, “Acaba...”deyip başlarını
köyün kuzey taraflarına çevirmişler, Demirli Köyü’nün ötesindeki mor dağların
doruklarında beliren dört topak ak buluta umut bağlamışlardı. Günler bir bir
akıp gitmiş; nedense, bir türlü gelmemişti beklenen.
Suratların iyice gülmeyi unuttuğu, öfkelerin yüreklerde dağ gibi kabardığı
bir gün -okulun son haftası- muhtar çıkıp gelmişti okula. “Hoca,” demişti,
“yarın mübarek cuma, okulu tatil et. Köycek yağmur duasına çıkılacak. Belki
çocukların yüzü suyu hürmetine...” Ne düşündüğünü bile sormadan çekip gitmişti
muhtar. Ne yapabilirdi? Tam bir çıkmaz... Çocukları ardına düşürüp yağmur
duasına katılsa; onca emeklerini, çabalarını bir çırpıda çiğnemiş olacaktı.
Taze yüreklerin karşısına bir daha nasıl çıkabilirdi? Katılmasa; köylülerin
burnundan soluduğu, başlarına gelen musibetin sorumlusunu aradıkları o
günlerde, dikkatleri üzerine çekecek, baş suçlu olup çıkacaktı. Bıçak
sırtındaydı...
Sonunda iki yoldan birini seçmişti: Katılmışlardı... “Varsın, duanın
hemen ardından, yöreyi günlerce sellere boğan yağmurlar yağsın; varsın, tek bir
damla yağmasın; çocuklar işin bu yönünü de görsün...” demişti.
Ertesi gün sabahtan komşu yedi köye haberler salınmıştı. Karacaahmet’e,
Belce’ye, Demirli’ye, Akviran’a... Birkaç varsıl, imamın önderliğinde kurbanlar
kesmişti. Önceden adak adayanlar da yerine getirmişlerdi adaklarını. Kuşlukta
yedi köyün imamları ve ileri gelenleri çıkıp gelmişlerdi köye. Sonra höyük
tepesindeki meydanlığa sofralar kurulmuştu öğleye kadar. Kurban etleriyle
pişirilen yemekler hep birlikte yenilmişti.
Cuma hutbesi Karacaahmet’in imamı tarafından okunmuştu. İmam, Allah’ın
büyüklüğünden, takdirinden söz etmiş; yaşanılan kuraklığı işlenen suçlara,
günahlara bağlamıştı. Köylülere, kendilerine çeki düzen vermezlerse, daha da
beter olacaklarını, torba takınıp köy köy, şehir şehir dileneceklerini söyleyip
esmiş yağmış; yüreklere korku salmıştı. “Çocuk ağlamayınca meme verilmez, yer
ağlamayınca gökten yağmur inmez!” deyip yapılacak yağmur duasının önemini
vurgulamıştı ardından. Sonra kuralları bir bir hatırlatmış; aralarında küsler,
dargınlar varsa, kesinlikle barışmalarını istemişti. Şayet barışmazlarsa,
üstelik de duaya katılırlarsa, duanın kesinlikle kabûl görmeyeceğini peşin
peşin söylemişti. Daha sonra da “Biz günahkâr kulları affet!” deyip Allah’a
seslenmiş, uzun uzun dualar etmişti. Ağızlardan yükselen “Aamiin!” sesleri
caminin tavanında yankılanmış, hutbe tamamlanmıştı.
Namazdan sonra cami önünde toplanılmış, kurallar gereği en öne çocuklar
geçirilmişti. Onların üzerlerine elden geldiğince eski, yoşuk elbiseler giydirilmişti.
Uyarılara harfiyen uymuşlardı çocuklar. Yol boyunca boyunlarını bükmüş, ağlamaklı
gözlerle bakmışlardı etrafa. Arada bir gülenler, büyükler tarafından sertçe
azarlanmıştı. Çocukların ardından imamlar yer almıştı. Sonra yaşlılar, orta
yaşlılar, gençler saf tutmuştu. Gençlerin sekiz on adım gerisinde de kadınlar,
kızlar... Hep bir ağızdan ilâhiler okuyarak, Allah’a yalvararak harman yerine
varmışlardı. Yönler Demirli taraflarına doğru çevrilmiş, gözler ak bulutlara
dikilmişti uzun uzun. Aynı imam Kuran’dan sureler okumuş, bulutları gönderip
yağmuru yağdırması için Allah’a niyazlarda bulunmuştu. Avuçlar yere doğru
açılmış, “Yaağ! Yaağ!” sesleri göğe yükselmişti. Başta kadınlar olmak üzere,
ağlayanlar olmuştu içlerinde. Dua bitmiş; ama mor dağların doruklarındaki ak
bulutlar, milim kıpırdamamıştı. Umutların un ufak olmaya başladığı sıra, imam
karşılarına geçmiş, “Allah’tan umudunuzu kesmeyin!” deyip dağılmalarını
söylemişti. Başlar öne eğik dönülmüştü köye.
Bu konu günlerce konuşulmuştu köylüler arasında. Kimileri, “Adam hem
düşmanıyla barışmadı, hem de duaya
katıldı; hiç yağar mı arkadaş?” deyip suçu birilerine yüklemeye kalkışmış;
kimileriyse, “Hikâye bunlar, hikâye,” deyip el sallamıştı…
- Gagooş! diye bağırdı Murat oturduğu yerden.
Höyüğe doğru gitmekte olan köylü, durup baktı.
- Nasılsın, nasılsın?
- İyiyim Murat, iyiyim!
- Yağmuru görünce iyiyim dersin, kerata senii! Hadi yine, torba takınıp
köy köy dolaşmayacaksın...
Gagoş’un ağzı kulaklarına varıyordu. El sallayıp bayıra sardı.
Şimşekler daha yakından, daha sık çakmaya başladı. Hemen ardından
gürlemeler kaplıyordu ortalığı. Damlalar da giderek daha iri, daha sık
düşüyordu. Meydanlık iyice çamura karmış, çukur yerlerde gölcükler oluşmuştu.
Birden bir şimşek daha! Kopan gürlemeyle birlikte:
- Ver Allah’ım veer! Ekin-leree, ekin-leree! deyip şapkasını göğe
fırlattı Murat. Selli-cee! Selli-cee!
- Dur, dedi, dur delirme...
Kalkıp yürüdü Murat.
- Nereye?
- Ben gidiyorum.
- Yağmur dursun, öyle git.
- Ne, durması... Yağsın, de, yağsın!
- Hay Allah...
Her ikisi de gülmeye başladı.
- Gördün mü hoca; unutma, ateş düştüğü yeri yakar...
Aşağı inip şapkasını çamurdan aldı, başına giydi. Karşı meydanlığa
doğru yürümeye başladı. Arada başını kaldırıp:
- Yaağ! Yağ Allah’ım, yaağ! diyerek bağırıyordu.
Baktı, çakmak... Masanın üstünde...
- Muraat!
Dönüp baktı.
Çakmağı göstererek:
- Unuttun! dedi.
Murat elini sallayarak:
- Sende kalsın! diye yanıt verdi. Yadigârım olsun!
Yürüdü. Meydanı geçip bayıra sardı. Daha höyüğü yarılamadan yitiverdi
ıslaklıkta.
O ise, oturduğu yerde, elinde çakmak, kalakalmıştı.
Yağmur gittikçe azıtıyor, hava daha da kararıyordu. Karşıki höyük,
evleri damları, silinmişti gözden. Muratlar yüzüyordu bulutun içinde. Şimşekler
art arda çaktıkça gök şaklanıp dilimleniyor; oluşan şavklardan köy bir görünüp
bir yok oluyordu. Ardından da yürekleri ürperten gürlemeler kaplıyordu ortalığı.
Birden, bir cayırtı daha!
Ne olup bittiğini anlayamadan, kendini, bir anda giriş kapısının
eşiğinde, yere kapaklanmış buldu. Ağzı dili tutulmuştu. Zihnini
toparlayamıyordu bir türlü. Gök parça parça dökülmüş, dünyanın sonu gelmişti
sanki. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı bu kez. Evler damlar,
yollar, bayırlar... Sular seller içindeydi Muratlar.
“Dinmeli, dinmeli artık...” demeye başladı mırıldanarak. Korkuyordu bu
kudurmuş gökten, hiç dinmeyecek hissi veren bu yağmurdan, tüyleri diken diken
eden bu seslerden...
Hafif bir yel çıktı neden sonra. Giderek gücünü gösterdi; damlaları
savurmaya başladı o yana, bu yana. “Bu, iyiye işaret...” dedi içinden.
Bulutların dağılacağını, yağmurun duracağını tahmin ediyordu.
Yanılmadı. Yel hızını artırınca, yükselip dağılmaya başladı bulutlar.
Höyük, eteklerden başlayarak yavaş yavaş gözünün önünde yükseliverdi. Damlalar
giderek azaldı, tek tük tıpırtıya dönüştü. Sonra yel de kayboldu; az önceki
şimşeğin, yağmurun, sisin yerini gümüş bir aydınlık kaplayıverdi.
Sesler gelmeye başladı birden. Höyüğün arka taraflarından; bağırışlar,
çığırışlar... Höyüğün bu yamacındaki evlerden çıkanlar oluyor, yokuş yukarı
koşuyorlardı.
Meraklandı... Balkondan inip sulara, çamurlara bata çıka yürüdü höyüğe
doğru. Bayırı yarılayınca yandaki evden telâşla fırlayan bir köylüyle burun buruna
geldi.
- N’olmuş?
- Yıldırım, yıldırım düşmüş diyorlar! Murat’a, Köseler’in Murat’a!
Dizlerinin bağı çözülüverdi bir anda, adım atacak gücü kalmadı. Yaşaran
gözlerini göğe çevirdi. Kaçıyordu bulutlar. Demirli taraflarına doğru...
Yürümeye başladı. Her adımda feryatlar daha bir yaklaşıyor, daha bir
çoğalıyordu. Avcundaki çakmak ise yürek olmuştu sanki, zonkluyordu...
KARŞI DAĞDAN GELEN SES
Kadir içerden bardakları, şekeri tepsiyle getirip balkondaki masaya
koydu. Cemal farkına varmadı.
Sandalyede kıpırtısız oturuyor; köyün üç kilometre kadar uzağındaki
dağlara bakıyordu. Kadir kaşığı bardağın içinde şıngırdattı… Cemal’den yine ses
yok. “Sözüm ona sürpriz yapacaktım,” diye içinden geçirdi. Kaşığı daha hızlı
şıngırdattı…
- Heey...
Cemal, uykudan uyanıyormuşçasına, başını çevirip boş gözlerle baktı.
- Ne var hoca?
- Öldün mü be adam? Baksana, çay...
- Haa...
Tekrar önceki baktığı yere doğru çevirdi başını. Oysa her gelişinde,
“Çay, çay...” deyip başının etini yerdi.
Cemal’in bu tavrı Kadir’in garibine gitti. Çaydanlığı getirmek için
içeri girdi.
Bulundukları lojman, okul büyük bir tepenin üzerindeydi. Tepeden
eteklere doğru Gölçayır köyü nün evleri sıralanıyordu. Evlerin bitiminden başlayıp
karşıki dağların eteklerine kadar da geniş, ağaçlı bir düzlük uzanıyordu. Bu
mevsimde, yeşile hasret bu kuru görüntü yine de göze hoş görünüyordu. Mevsim
kışın sonu sayılırdı. Havalar son günlerde iyi gidince karlar çekilmiş, doğa çıtırdamaya
başlamıştı. Birkaç gün daha böyle giderse havalar, bahar kapıda demekti. İşte,
onlar da yaz günlerini andıran, güneşli, ılık, bu ikindi üzeri havanın
güzelliğine kapılıp balkona masa, sandalye çıkarmışlar; orada söyleşmek
istemişlerdi.
Kadir çaydanlığı getirip tepsinin yanına koydu, sandalyeye oturdu.
Cemal yine ilgisizdi. Onun bu haline daha fazla dayanamadı Kadir:
- Heey, sana diyorum Cemal Efendi... Dilini mi yuttun be adam? Baksana;
çay, çay!
Cemal yine başını çevirip baktı. Bu kez candan bir gülüş fırlattı.
- Şükürler olsun sana Tanrım...
Cemal daha bir içten güldü.
- N’oldu sana böyle Cemal Aga? Tatlı tatlı konuşuyordun. Bir anda...
- Daldım be Kadir.
- Nerelere?
Utanır gibi oldu. Bakışlarını yere düşürdü. Sonra elini sallayarak:
- Boş ver, dedi. Koy şu çayı.
- Çayı koyarım da, seni derin derin deryalara daldıran şeyi bilmek
isterim.
Cemal daha bir iç çekti:
- Boş veeer...
- Bana bak, söyleyeceksin her neyse. Ya değilse sana çay yok.
- Hop hop! Çayı karıştırma...
Kadir bu tepkiyi fırsat bilip yapmacık bir tavırla işi yokuşa sürmeye
çalıştı:
- Kendin bilirsin... Anlatırsan, içersin çayı...
Cemal gülmeye başladı. Ela gözleri oyuklarında fıldırdıyor, gür
bıyıklarının altından sararmış dişleri görünüyordu.
- Gül sen, güül...
Kendi bardağına çay koydu Kadir, şeker atıp karıştırdı. Sonra oldukça
höpürtülü bir yudum aldı çaydan.
- Vay bee, şuna bak! Mübarek, tavşan...
Ardından bir yudum daha... Cemal gülmeyi kesip, yutkundu. Sonra gücenik
gücenik:
- Ne yani, şimdi bana çay yok mu? dedi.
- Sana bağlı. Anlat meseleyi. Hadi, bir yandan da ben çayını koyayım.
Cemal sandalyeden fırlayıp çaydanlığı kaptı, Kadir de atik davranıp boş
bardağı...
- Hoca bardağı ver.
- Vermem.
- Ver, dedim!
- Ben de vermem, dedim!
- Bak hoca, sonu kötü olur ama...
- Ne yaparsın ki?
- Dökerim çayı. İnan ki dökerim!
- Dökersen dök. Bak, bir bardak da olsa içiyorum ben. Ya sen...
Cemal bir an kalakaldı. Önce elindeki çaydanlığa baktı, sonra Kadir’e...
Kapışmadan yengiyle çıkmanın mutluluğu Kadir’in yüzüne gelip oturmuştu.
Çaydanlığı masaya bıraktı, usulca sandalyeye oturdu.
- Hah şöyle, yola gel...
- Öyle olsun bakalım...
Kadir, Cemal’in bardağına çay koydu. Ortalık bir an sessizliğe durdu.
- Hadi, içsene.
- İçeriz bakalım...
Kadir, davranışından dolayı eksiklendi. Gönlünü almaya çalışarak:
- Dur canım, darılma hemen, dedi. Benimkisi şakaydı. Anlatılacak şey
vardır, anlatılmayacak şey... Hadi, soğutma şu çayı, iç...
Cemal bakışlarını tekrar dağlara uzattı. Epey süzdü oraları. Sonra:
- Duyuyor musun hoca? dedi.
Kadir, onun baktığı yöne çevirdi başını, kulak kesildi...
- Neyi?
- Akordiyon sesini.
- Akordiyon mu?
- Evet.
Kadir bakışlarını, karşı dağın doruklarında, eteklerinde gezdirdi.
Komşu Akbaba köyünün kiremit damlı evleri, ağaçların arasından belli belirsiz
seçiliyordu.
- Arada benim de kulağıma geliyor. Çerkezler düğün ediyorlar sanırım...
- Öyle, düğün ediyorlar... Çalınan, Kazaska...
Çaydan bir yudum aldı.
- Sen de farkındasın, köyde benim akranlarım dan pek kimse yoktur. Almanya’lara,
büyük şehirlere gidip iş tuttular. Çoğu temelli yerleşti oralara. Köye uğramaz
oldular. Ben de gittim Almanya’ya. İki yıl kaldım oralarda. İnan ki, kaldığım o
sürede bile, aklımdan çıkmadı şu karşıki dağ, ille de şu gelen ses... Şimdi
anladın mı dalıp dalıp gidişimi?
Ilımış çayı art arda yudumlayıp bitirdi. Boş bardağı Kadir’in önüne
sürdü. Masada duran paketten bir sigara alıp yaktı. Ağzından, burnundan
dumanlar savurdu önüne.
Kadir şaşırmıştı. Bir dağın, bir sesin insanı böylesine derinden
etkileyebileceğine pek anlam veremiyordu.
- Bizim köyün arazi suyu nereden gelir, bilir misin?
Cemal, sorunun yanıtını beklemeden başını tekrar karşı dağlara çevirdi.
Eliyle tek bir noktayı göstererek:
- Aha, o ağaçlı dereden, dedi. Bak, Akbaba’nın sağ tarafındaki dereyi
gördün mü?
Kadir dağın eteklerine baktı. Yer yer yeşile çalan bodur çalılıklar,
meşelikler göze çarpıyordu. Cemal’in gösterdiği yer, iç taraflara doğru giren,
sık ağaçlı, dar bir koyaktı.
Her sene yazın ucu köyde imece olur. Her evden birer kişi toplanır;
kazmalar, kürekler elimizde, o dereye gideriz. Ta, oradan başlayıp köyün alt
tarafındaki tarlalara kadar uzanan geniş su hendeğini temizleriz. Su daha bir
iyi aksın diye...
Çaydan bir yudum aldı. Ardından üst üste nefesler çekti sigaradan.
Kadir duruşuyla, bakışıyla dışa vuruyordu merakını.
-İşte, o yıldı. Daha on yedi, on sekiz yaşlarındaydım. O gün imeceye
evden ben katıldım. Sabahın serinliğinde güle oynaya, horata şamata düştük
yola. Kuşluk vakti dereye vardık. Azaların, korucuların gözetiminde hisseler ölçülüp
dağıtıldı. Baş taraflardan kırk elli metre kadar bir hisse düştü bana. Şansımdan
iyi bir yerdi. Yarım saatte taşını, kumunu, otunu, çöpünü temizleyip attım.
Korucuya tekmil verip adımı defterden sildirdim. Aslında köye erkenden
dönebilirdim. Ama dönmedim. O dağ havası, meşelerin hışırtısı, kuşların
cıvıltısı hoşuma gitti. Gezmek istedim oraları... Yoksa, garip bir his miydi
beni oraya çeken... Bilemiyorum...
Neyse, tek başıma dereden ayrılıp Akbaba’ya doğru yürüdüm. Az biraz
gittim gitmedim, karşıma bir güzel çayırlık çıktı. Üç beş dönümlük bir yerdi;
gür, yemyeşil otlarla kaplıydı. Çayırlığın ortasında ise bir çift kısrakla, bir
güzel tay otluyordu. Hayvanların güzelliğine, otlayışlarına dalıp gittim.
Birden, “Heey!” dedi birisi. Sesin geldiği tarafa baktım; bir de ne göreyim...
az ötedeki meşenin altında, bir Çerkez kızı... Giyiminden tanıdım... Oturmuş,
önünde elinin işi, bana bakıyor... Birden, “Atları mı kaçıracaksın, ha?” diye
çıkıştı. Gülerek, “Sen dururken atları kaçırmak olur mu hiç?” dedim. Aman bir bozuldu, bir kızdı... “Bir dene istersen;
Akbaba’yı başına yığarım! Çabuk buradan git!” diye bağırmaya başladı. Hoşuma da
gitmişti hani; çıkışması, kızması... Adını sordum; önce, demedi. Pişkinliğe
vurup yanına doğru yürüdüm. “Git, gelme, bağırırım!” diyordu. “Peki,” deyip
varmadım yanına. Durup uzaktan baktım epey. Benim kötü niyetli olmadığımı
anlamış olacak ki pek ses etmedi. Sonra, atları sordum. Akbaba’yı, babasını...
Sorduklarıma cevap veriyordu. Hem de benim gibi yabancı birisine... Biraz
yalvardım, adını da söyledi. Ünzile’ymiş adı. Çerkez Kâmil’in Ünzile... Çok
hoşuma gitmişti adı... Daha da hoşuma giden şey, benimle konuşmasıydı, hoca. Ne
bileyim, bizim burada böyle şeyler, bir kızın bir oğlanla konuşması… Tövbe
hâşa! “Ben aşağı köydenim,” dedim. “Bana gelir misin? Anam, babam dünür gelsin
evinize,” dedim. Aman o ne gülüştü... Bayıldı... “Sen gül...” dedim. “Anam,
babam gelsin kapınıza da gör sen o zaman...” Hep güldü. Yürüdüm... Az gittim,
“Hey!” deyip arkamdan çağırdı. “Öyleyse elini çabuk tut, isteyenlerim var!”
demesin mi? İşte, bu sözleri canevimden vurmuştu beni. “Yarın, yarın!” deyip
yürüdüm, bir solukta uçtum köye. Evde, olanları anama anlattım. Anam, “Ben
karışmam!” deyip çıktı işin içinden. Günlerce yalvarıp dil döktüm. “Olmaz,”
demeye başladı sonraları. Önümde bekleyeceğim kimsem yoktu. Abilerim, ablalarım
evlenmişti. Akranlarımın birer ikişer düğünleri oluyordu köyde. Hatta benim
için kız beğenmeye bile başlamışlardı... Sonunda, anam ısrarlarıma dayanamayıp
meseleyi babama açtı. Adam daha duyar duymaz delirip çıktı: “Çerkezler’den kız
ha! Çerkezler’den gelin ha!”
- Peki ama, neden almak istemiyorlardı? diye sordu Kadir.
- Çerkez olduğundan... Nedeni bu. Gelenek gö renek, âdet mâdet... Başka
n’olsun? “Bu köyden hiç Çerkezler’den kız alan var mı?” diyorlardı. İlk ben
alsaydım, n’olurdu sanki?
Son sözleri söylerken gözleri sulandı. Kırkına merdiven dayamış bu
adamın hali Kadir’in yüreğini burkmuştu.
- “Siz almazsanız ben de kaçırırım!” dedim. Güya gözlerini
korkutacaktım... Karşılık olarak, “Evlatlıktan ret!” dediler. O günden sonra da
bir delilik yaparım diye gözlerini üstümden ayırmadılar. Günlerce tarlada,
bahçede çalıştırıp canımı çıkardılar. Bazen çalışırken, öyle bir an geliyor,
bakıyordum Akbaba taraflarına; ayıramıyordum gözlerimi oralardan. Abilerimse, o
halimi gördükçe, “Sevdalı, yine daldı...” deyip eğleniyorlardı benimle. İnan
hoca, Akbabalı olmadığıma lânetler yağdırıyor, “Tarlasının da, işinin de...”
deyip, sövüp sayıyordum. Ama gel gör ki aklımdan geçenleri de bir türlü yapamıyordum...
- Neden?
- Baba korkusu... Biz dayakla değnekle büyümüşüz, hoca. Baba korkusu
kemiklerimize işlemiş. Ünzile’ye, “Anamı, babamı yollarım,” deyip de yollayamayışımın
utancı yedi tüketti beni. İlk defa zayıflığımı, güçsüzlüğümü o günlerde
anladım. Ve ne yalan söyleyeyim, babasız olanlara vallahi de billahi de
imrendim... İşin garibi bizim evdeki çıt, köye yayıldı, çat oldu. Herkesin diline
düştüm. Kimileri işi iyice dalgaya vuruyor, beni gördükçe Çerkezce bir şeyler
söylüyordu. Kısacası durumum çok berbattı, çook... Bir gün, her şeyi göze alıp
kuşluk vakti gittim o çayırlığa. Yoktu. Saatlerce dolandım durdum oralarda...
Diyeceksin ki, “Bir kere görmekle, bir kere konuşmakla bu iş olur mu?” Olur...
O beni sevdi. Hem de bir görüşte, bir konuşuşta... Ben inanıyorum. O en son
sözü aklıma geldikçe yüreğimde dağlar devriliyordu, ne diyorsun sen... Hâlâ
da...
- Tabii sen de bir daha Ünzile’yi aramadın...
- Uzun bir süre... Derken bir gün, ki şöyle böyle üç ay kadar bir zaman
sonra, bugünkü gibi karşıdan gelen akordiyon sesiyle irkildim. İnan hoca,
yüreğimin yağları cızırdıyor, etlerim dökülüyordu... Bizim day’oğlu Nihat’ı,
razı ettim. İşi gücü bırakıp yeni elbiselerimizi çektik üstümüze, düştük yola.
Kimselere görünmeden bahçelere, tarlalara vurup vardık Akbaba’ya... Şirin bir
yer orası. Otuzcuk kadar ev, ortada küçük bir cami, bir okul, ufak bir
meydanlık... Hepsi o kadar... Köye varınca bizi, biz akranlar karşıladı.
“Düğüne geldik,” dedik. Sanırdık ki bizi koymazlar köylerine... İnan, nereye
bastıracaklarını, nereye oturtacaklarını bilemediler. Bir izzet, bir ikram, bir
insanlık ki sorma... Meydanlığı doldurmuş çoluk çocuk, yaşlı, genç, karı,
kız... Ortada bir akordiyon, bir davul... Ve ne oyunlar hoca, ne oyunlar... Biz
ne gördük, ne yaşadık böylesini. Oğlanlar, kızlar el çırpa çırpa bir oynuyorlar
ki seyretmelere doyamaz-sın... Gözlerim Ünzile’yi aradı durdu hep. Yoktu... Derken,
gelin getiriliyor, dediler... Tüm bakışlar gelenlere çevrildi. Herkeste bir
telaş, bir heyecan... Kadınların, kızların arasında, al kadifeli, telli
duvaklı... bir de ne göreyim...
- Yoksa! dedi Kadir birden.
Cemal tıkanıp kaldı. Yaşaran gözlerini parmaklarının ucuyla bastırdı,
sonra dağlara doğru uzattı bakışlarını. Ağlamaklı bir sesle:
- Evet... Gelin, Ünzile’ymiş...
Uzunca bir süre ikisinden de ses çıkmadı. Cemal’in eli sigaraya gitti.
- Gene mi sigara Cemal Aga? Bu gidişe ciğer mi dayanır?
Cemal yanıt vermedi. Derin derin iç çekti.
- Sonra n’oldu? diyeceksin...
Sonrası malum... Çerkezler’in, “Durun, gitmeyin,” demelerine aldırmadan
düştük yola. Yol boyunca içim devrilip devrilip geldi, hıçkırıklar boğazıma
düğümlendi. Eve geldim, gizli bir yere çekilip çocuklar gibi ağladım.
Saatlerce...
Son sözün üzerine söz düşürmediler. Ortalığı bir durgunluk
kaplayıverdi.
- Baba! dedi, az ötelerinde yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu.
Cemal toparlanıp çocuğa baktı:
- Ne var, Nazlı?
- Eve gideceğiz. Annem çağırıyor.
- Ben gidiyorum hoca...
Üç basamaklı merdivenden indi. Kızı ile el ele tutuşup evlerine doğru
yürüdüler. Kadir oturduğu yerde, öylece kalakaldı…
Güneşin karşıki dağlara doğru yakılaştığı, gölgelerin uzadıkça uzadığı
bir an, okulun çıkış zili çaldı. Öğleci öğrenciler, ellerinde çantaları,
okuldan koşarak çıktılar. Abdullah Hoca okul kapısını kilitleyip lojmana geldi.
Kadir hâlâ oturuyordu balkonda.
- Merhaba, dedi Kadir’e.
Kadir yanıt vermedi. Dağlara bakıyordu.
- Merhaba dedik, hemşeri! Dalmışsın...
- Şey... Öyle, daldım biraz... Gel otur.
Abdullah gelip yanına oturdu.
- Hava güzeldi. Çaylar da güzeldi. Cemal’le tadını çıkardınız...
- Öyle ya, çıkardık... Abdullah, bak bakalım şu dağlara... Ne
görüyorsun?
Abdullah önce dağlara baktı, sonra Kadir’e... Tekrar dağlara bakarak:
- Ne göreceğim, dedi. Allah’ın dağı...
- Öyle ya... Allah’ın dağı...
Bu kez Lezginka çalınıyordu. Akordiyonun sesi, dalga dalga geliyordu.
DERTLEŞME
Kahvaltının üstüne bir bardak da keyif çayı... İkinci yudumu aldım,
mutfak balkonunun demirine dört karga kondu. Uzun uzun, yüzüme baktı dördü de.
- Tanıdım sizi, dedim.
Şaşırdılar. Birbirlerinin yüzlerine baktılar. En soldaki iyice
aptallaştı. İri olanı dayanamadı:
- Nerden?
- Hemşeriyiz, dedim. Köyden...
- Bildim. Tarlada...
Birden tıkandı.
- Tarlada ya! Hani, armut ağacında... Armut ağacının dalında...
Diğerleri merakla bakıyordu.
- Bırak armut ağacını falan! Tanıştık ya işte!
- İşine gelmedi di mi? Dalın ucunda boş çıkınım...
Baktım, burunları kızardı. Dördü de boncuk gözlerini düşürdü yere.
İleri gittiğimi anladım. İri olanı kekeleyerek:
- Hak... hak... haklısın, diyebildi.
Kanadı çamurlu olan boynunu öne uzattı, silkindi:
- Neyse, biz...
- Durun canım, hemen gidilir mi? Neden geldiniz?
- Hiç... Şöyle bir...
Getiremedi ardını.
- Şöyle bir, olur mu? Bırakır mıyım hiç? Çalmışsınız kapımı... Anlatın;
ne var ne yok dağında, bayırında köyümün?
- Kar, hep kar, dedi iri olanı.
- Ne iyi! Ah bi oralarda olsam!
Hiç konuşmayanı, birden:
- Ama çatır ayaz! dedi.
- Olsun. Gülünü seven dikenine katlanır...
İri olanı:
- İnsan milleti, n’olucak!.. dedi gülerek. Şaşarım aklınıza. Şu güzelim
kıyı kentinde... İyisi mi otur oturduğun yerde...
Sustum. Yanıt bekliyordu. Az sonra:
- Aç mısınız? dedim.
Bu kez onlar sustu. Birbirlerine baktılar. Azıcık nazdı yaptıkları.
Havalarını bozmak istemedim.
- Bırakın geçmişi canım... Ne yani, deve miyim ben?
Gözleri yaşardı dördünün de. Belli ki utandılar. Hele Çamurlu,
gözyaşını döktü dökecek... Naz maz değilmiş yaptıkları. Ayıp ettim geçmişi
ikide bir anımsatmakla. Gönüllerini almalıydım...
- Bakmayın öyle yüzüme, sonra ağlarım... Ben bir yandan sofrayı hazırlarken,
siz hep anlatın. Köyden, köyden anlatın.
- Bi b.k yok, dedi iri olanı.
- Doğrudur. Ta buralara kadar geldiğinize göre...
Yine sustular.
- Gidecek misiniz baharda? Giderken beni de götürün.
- Tadı kalmadı oraların, dedi Çamurlu.
- Neden?
- Traktör altüst etti işimizi.
İri olanı dertlendi:
- Nerde, akşamlara kadar süren o çiftli günler; dallara asılan o üç öğünlükler...
- Sus, yeter... Haliniz burnumun direğini sızlat-tı...
İvedi davranmasam ağlayacaklardı. Hemen tepsiyi yanlarına götürdüm.
- Haydi buyurun. Evde olan bu, doyurun karnınızı.
Birden fırladılar göğe.
- Durun! Durun, gitmeyin!
İri olanı geri savruldu, döndü ağdı, yanıma geldi:
- Sonra, sonra geliriz. Bugünlük canın sağ olsun, gelecek bir güne çalacağımız
olsun... dedi, cıvdı yukarılara.
Bakakaldım arkalarından. Kızdım.
- Karga milleti n 'olucak!..
DERS: KOMPOZİSYON
KONU: ?..
Giriş zili çalınca; yarıyı geçmiş sigarasından bir nefes daha aldı,
olanca dumanı savurdu önüne. Diğer öğretmenlerin derse gitmek için odadan
ayrıldıklarını görünce sigarayı söndürdü, o da defterini alıp çıktı. Üst
katların merdivenleri öğrencilerle doluydu. Konuşmalar, arada bir yükselen
bağırışlar özelliğini yitirmiş; uğultuya dönüşmüştü. Az bekledi merdivenin
başında. Günün en zor saatiydi. Üstelik haftanın da en son günü... Değil
öğrencilerin, kendisinin de pilinin bittiği bir andı. “Ne yapmalı? Ne yapmalı da
şu kırk dakikayı kurtarmalı?”
Öğrencilerin merdivenlerde azaldığını görünce basamakları ağır ağır
çıkmaya başladı. Her adımda, işlenecek konunun önemi gittikçe büyüyor, altında ezilip
kalacağı bir yük gibi geliyordu. “Oturun çocuklar... Ders şu, konu bu... Açın,
okuyun... Olmadı; açın, yazın... Tamam, aldınız alacağınızı... Sen sağ, ben
selamet...” Sevmiyordu bunu. Üst koridora gelince defteri açıp yaptığı plana
baktı, daha da canı sıkıldı. “Yararı yok,” dedi içinden. “Beş para etmez.
Bununla ders mi işlenir? Tam ninnilik!..”
Kapıda bekleyen sınıf başkanı onu görünce:
- Hoca geliyor! diye bağırarak içeri girdi.
Adımları sınıfa yaklaştıkça içeriden gelen gürültü azalıyordu. Kapıya
varınca tamamen kesildi. İçeri girer girmez, larp, ayağa kalktı öğrenciler.
Eliyle işaret ederek oturmalarını istedi. İstemesiyle de az önceki sessizlikten
eser kalmadı. Sıra gıcırtıları; defter, kitap hışırtıları ortalığı kapladı.
Plan defterini kürsüye bırakıp öğrencileri uzun uzun süzdü. Göz göze
geldikleri kendilerine çeki düzen veriyor, konuşan arkadaşlarını dürtüp
uyarıyorlardı. Kürsünün yanından ayrılıp sıraların arasında, ağır adımlarla
gidip gelmeye başladı. Bir ara bakışları yazı tahtasına takıldı. Tahtanın sol
üst köşesine,
“DERS: KOMPOZISYON”
“KONU: ?..” yazmışlardı öğrenciler. İşleyeceği konuyu önceden
söylemediğini anımsadı. Kürsünün yanına gelip tekrar öğrencilere döndü. Birkaç
konuşanı da susturmak, ağzından çıkacak sözlere kalıyordu...
- Bugün...
Durdu. Sesini daha da toklaştırarak:
- Bugün sizlere, sigaraya nasıl başladığımın anısını anlatacağım
arkadaşlar, dedi.
Öğrencilerin sevinci, bir anda yüzlerinden okunuverdi. Kalemler kalemliklere
şıkır şıkır kondu, sıralara daha bir yerleşildi.
- Anlatmamı ister misiniz?
Bir anda:
- Tabii!
- İsteriz hocam!
- Anlatın hocam! sözleri ortalığı doldurdu.
Gelip en ön sıradaki kitapları, defterleri yan tarafa çekti; boşalan
yere elini koyup sıraya dayandı. Öğrencilerin ilgisinden memnundu. Sesini yumuşatarak
anlatmaya başladı:
-Anadolu’muzun şirin illerinden olan Kırşehir’in bir dağ köyünde,
mesleğime başladığım yıldı. Bundan on sekiz yıl önce... Köyün adı Kurtbeli’ydi.
Küçücük, otuz beş hanelik bir yerdi orası. Otuz beşçik ev ve bir okul... Cami,
bakkal, kahve falan yoktu. Topu topu, yirmi beş, otuz kadar da öğrencim vardı.
İşte, böylesi bir güz mevsimiydi. O gün ders bitimi, öğrencilerim bir
avuç serçe alayı gibi bağrış çığrış içinde evlerine giderlerken; onların
arkalarından bakıyordum.
Aslında her zaman yaptığım bir işti bu. Evlerine girinceye kadar onları
gözlemek, hoşuma giderdi. Kurtbeli küçük bir derenin içinde; okulu köyün az
dışında, köyün tüm evlerini gören bir tepeciğin üzerindeydi. Bir su doldurtmak
için okulun zilini hafifçe şıngırdatmam yeterdi. Zilin sesini duyunca evlerinin
önünde oynayan öğrencilerim uça uça gelirlerdi.
İşte o sıra, bayrak direğine yaslanıp da çocukların gidişine bakarken,
köyün içinden bir jip geldi. Önümdeki yoldan geçerken, jipin içindeki Tapu ve
Kadastro Müdürü Orhan Bey’in el salladığını gördüm. Tepecikten aşağıya sağılıp
gözden yitiverdi jip.
O günlerde, köyde görev yapan memurlarını sıkça ziyaret ederdi Orhan
Bey. Kırk yaşlarında, güleç yüzlü, oldukça hoşsohbet biriydi. İlk karşılaşmamızda,
koskoca müdürün bana, “Hocam” diye seslenmesini yadırgamıştım. Sonraları ise
alışmış, giderek hoşlanmaya bile başlamıştım bu davranışından.
Az sonra, bu sefer memurların jipi göründü. Memurlar da geçerken el
salladılar. Az gittikten sonra durdu jip. Önde oturan Tapu Memuru Seyfi Bey, kapıyı
açıp, “Hoca; biz yukarı, Barana Tepesi’ne gidiyoruz. Keşif var. İstersen seni
de götürelim. Bir değişiklik olur...” dedi. Çevreyi tanımam için güzel bir
fırsattı. Okul kapısını kilitleyip jipe atladım. Jipte bulunan muhtar ve üç
köylü de sevinçle karşıladılar aralarına katılışımı. Derken, köyden uzaklaşmaya
başladık...
Köylülerin “Tapucu” dedikleri bu memurlar dört kişiydiler. Bir aydır köyün
evlerini, arazilerini ölçüyorlardı. Akşamları da ölçümlerin hesaplarını yapıyorlar,
köylülere mülklerinin tapusunu verebilmek için gerekli ön hazırlıkları yerine
getiriyorlardı. Tabii, yeme ve yatmaları köylülere aitti. Haneler sıraya
konmuştu. Sırası gelen hane, en güzel yemeklerini onlara sunmaya çalışıyordu.
Ne yalan söyleyeyim; ben de bu süre içerisinde, evimde tencere kaynattığımı
anımsamıyorum...
Öğrenciler gülen gözlerle baktılar öğretmenlerine, birbirlerine.
Pencere yanında oturan bir öğrenci:
- Bekar mıydınız hocam? dedi.
- Evet, bekardım... Ama bana yapılan bu iyiliğin altında kalmıyordum;
akşamları onlara, yazım işlerinde yardımcı oluyordum...
Bir an durdu. Gözlerini tek bir noktaya dikti, öylece kalakaldı.
Öğrenciler anlatmasını bekliyorlardı. Ortada oturanlardan biri dayanamayıp
sordu:
- Sonra ne oldu hocam, dedi, sigaraya nasıl başladınız?
-Ha, evet... Onu anlatıyordum...
Jipimiz beş on dakika gittikten sonra tepelere sardı. Yol boyunca
muhtarla Seyfi Bey keşif hakkında konuşup durdu.
Meselenin özü şuymuş: Barana Tepesi’ndeki meranın ölçümü sırasında,
komşu Armutlu köyü nün ileri gelenleri yapılan işleme karşı çıkmışlar. Meranın
kendi köylerinin sınırları içinde olduğunu ileri sürüyorlarmış. Bir gün önce,
işin neredeyse kavgaya varacağını anlayan Seyfi Bey durumu Orhan Bey’e iletmiş.
O da meseleyi yerinde görüp çözüme ulaştırmak için, o gün öğleden sonra köye çıkıp
gelmiş.
Zirveye vardığımızda Armutlu’dan gelenlerin Orhan Bey’le konuştuklarını
gördük. Bizden kalabalıklardı. Yanlarına varınca öfkeli suratlarıyla karşılaştık.
Bulunduğumuz tepeden her iki köy de görülüyordu. Armutlu, Kurtbeli’ye
oranla daha uzaktaydı. Armutlu’nun daha ötesindeyse Kızılırmak, eğrile büğrüle
kuzeye doğru akıyordu. Çevrede görünen dağlar, tepeler çıplaktı. Kimi dere
yataklarında, eteklerde arada bir top top söğütler, tığ gibi yükselen kavaklar
göze çarpıyordu. Anadolu’muzun göz alabildiğince sarıya çalan bu bir avuççuk
görünümü, hoşuma gitmişti.
Orhan Bey Armutluluları bir tarafa, Kurtbelilileri diğer tarafa ayırdı.
Muhtarları, birer yaşlı bilirkişiyi yanına çağırıp meseleyi bir kere de
onlardan dinledi. Her iki muhtar da sınırı başka başka yerlerden gösteriyordu.
Armutlu’nun muhtarı Kurtbeli’ye doğru yüz, yüz elli metre gidip, “Sınır buradan...”
derken; Kurtbeli’ nin muhtarı da bir o kadar Armutlu yönüne doğru gidip, “Hayır
efendim, buradan...” diyordu. Hazinenin malı sayılan bu toprakları bu derece
sahiplenmeye kalkışmaları garibime gitmişti. Sadece, sınır şurdan başlayıp
şöyle gidecek, denilecekti. Sınır boyunca ne taştan duvar örülecek, ne de tel
örgü çekilecekti. Ama köylülerin bu konuda can paralarcasına uğraştıklarını
görünce önceki düşüncem değişiverdi. Geçimlerini koyuna, keçiye bağlamış olan
bu insanlar için; mera sınırının -bir karış da olsa- ileriden olması, çok
önemliydi...
Derken, Orhan Bey’in önerisi her iki tarafça kabul edildi; başta kavgaya
dönüşebilecek olan anlaşmazlık tatlıya bağlandı. O, ortayı göstermişti. Memurlar
gösterilen yerden ölçümlerini yapacaklar; köylüler de bundan böyle,
sınırlarının dışında hayvanlarını otlatmayacaklardı.
Bizim muhtar bu konuda kesin belge istedi. “Efendim, biz azız. Yarın
bunlar kalabalık oluşlarına güvenir, sınırı geçerler. Allah’tan korkmasalar,
bizi köyümüzden bile çıkarırlar. Onun için; bir anlaşma senedi yapalım
aramızda, imzalarını istiyorum huzurunuzda!” dedi. Armutlulular bu davranışı hakaret
saydılar. Birden elektrikleniveren hava, Orhan Bey’in çabalarıyla yatıştırıldı.
Sonuçta Armutlu’nun muhtarıyla iki azası bizimle birlikte Kurtbeli’ye gelecek,
adı geçen anlaşma senedi yazılıp imzalanacaktı. Bu mesele de böylece
kapanacaktı...
Güneş zirvenin batısına, Kızılırmak’ın öbür yakasındaki dağların ardına
sağılırken, bizler jiplere doluşup Kurtbeli’ye doğru inmeye başladık. Akşam
alacasında da tapucuların sürekli kaldıkları köyodasına vardık. Armutlulu
konuklarımızla birlikte, o gün öğün sırası evden gelen gösterişsiz; ama oldukça
lezzetli yemekleri yedik. Yemekte, yemek sonrası içilen çayda Orhan Bey;
köylülere birliğin beraberliğin, dostluğun, kardeşliğin, kavgasız gürültüsüz yaşamanın
getireceği yararları tatlı tatlı anlattı. Anlatılanları da köylüler önlerine bakıp
dinlediler.
İşte o sıra, çayların son yudumları alınırken, Orhan Bey, “Haydi, şu
anlaşmayı belgeleyelim,” dedi. “Bakın, hocam da burada... Konuyu biliyor...
Sözle yapmış olduğunuz anlaşmayı kısaca yazsın, sizler de imzalayın...”
Evet, ne olduysa, o zaman oldu arkadaşlar... O beyaz kâğıtla dolmakalemin
elime nasıl tutuşturulduğunu bilemiyorum… Orhan Bey ha bire konuşuyor, köylüler
ha bire diniliyor; ben de elimdeki kâğıda bir şeyler yazabilmek için ecel
terleri döküyordum. Olay aslında basitti. Her şey gözümün önünde olmuş bitmiş;
iş, kâğıda dökmeye kalmıştı...
Sonunda yazdım bir şeyler. Ama inanın, onca yıl zaman zaman belleğimi
zorladığım anlar olmuştur, ne yazdığımı çıkaramıyorum... Aslında yazdığım, yazı
bile değildi. Çizgisiz kâğıtta satırlarımın kimisi yukarılara tırmanıyor,
kimisi aşağılara süzülüyordu. Ne kadar süre geçtiğini de bilemiyorum. Belki beş
dakika, belki yarım saat...
“Sanırım yazdınız hocam...” dediğini duydum Orhan Bey’in. Ardından
Seyfi Bey elimden kâğıdı alıp Orhan Bey’e uzatıverdi. Herkes kâğıdı süzen Orhan
Bey’in söyleyeceklerini merakla bekliyordu. Yüreğimse can çekişen bir kuş... Küüüt
küt vuruyordu. Başını kâğıttan kaldırıp yüzüme baktı Orhan Bey; kısa bir an...
Ama o bakışı, yetmişti bana. Keşke, yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim...
Önüme eğdiğim başımı, kaldırıp da yüzüne bakamıyor; söyleyeceklerini -korku,
merak, hüzün birbirine girmiş vaziyette- bekliyordum.
“Bakın,” dedi köylülere Orhan Bey, “şimdi aklıma geldi... Biz yanlış iş
yapıyoruz... Böylesi işler noterliktir... Elleri dert görmesin, öğretmenimiz bunu
pek güzel yazmış; ama yeterli değil. Şimdi bu kâğıda imzalarınızı koysanız bile
faydasız; çünkü tam bir belge sayılmaz. İyisi mi siz muhtarlar, azalar
pazartesi günü vilayete gelin. Ben ön hazırlıkları yaptırayım; bir imza, mühür
işi kalsın... Nasıl?” deyince; her iki
muhtar da, “Siz bilirsiniz, beyim...” dediler.
Evet, tahmin ettiğiniz gibi oldu arkadaşlar; o an için büyük bir yük
kalkmıştı omuzlarımdan. Sayın müdür, beni köylülerin karşısında küçük düşürmemişti…
Ancak içimden, nasıl da kızmıştım beni okutan öğretmenlerime... Çok mu
önemliydi Amerika’ nın dağı ovası, kurbağanın bacağı? Neden öğretmemişlerdi
bana bir dilekçe yazmasını, tutanak tutmasını, senet yapmasını? Yapılacak iş
köylülerindi; ama onlar bunu yapamıyorlardı. Bilmediklerinden... Bense aydın
kişiydim, onların gözünde bunları yapabilen biriydim... Gel gör ki
yapamamıştım…
Yanımda oturan Seyfi Bey’in, “Yak bakalım hoca...” dediğini işitince
başımı kaldırdım. Bana bir sigara uzatmıştı. “İçmiyorum,” diyemedim. Titreyen
parmaklarımla sigarayı tutup dudağıma götürdüm, uzatılan çakmakla da yaktım...
Öğrencilerin bakışları iyice buruklaştı. O, sıranın yanından ayrılıp
tahtaya yürüdü. Tebeşiri alıp, “KONU” sözcüğünün karşısına, “Dilekçe Nedir?
Nasıl Yazılır?” sözlerini yazdı. Sonra da öğrencilerine dönüp başladı
bildiklerini anlatmaya...
PAYLAŞTIKÇA GÜZELLEŞİR YAŞAM
Boş gözlerle bakıyordu Körfez’in ırlanan sularına. Arada bir karşı kıyıdaki
apartmanları, apartmanların önünden geçen arabaları süzüyordu. Denize doğru
sağılan güneş, akça bir bulut, cıyaklayan bir iki martı, Karşıyaka’ya giden
vapur bölük pörçüktü gözünde.
- Hep gelir misiniz denizi seyretmeye?
Başını sola doğru çevirdi. İnsanı okşuyor gibi gelen bu söz, az ötedeki
bankta oturan yaşlıca bir adamındı. Ak pak yüzünde bir çift boncuk gibi duran
mavi gözleri gülüyordu.
- Bazen... diye karşılık verdi ihtiyara.
-Ben hep gelirim, hep... dedi ihtiyar; ardından ufka doğru baktı.
O da bakışlarını ihtiyardan aldı, tekrar sulara kaydırdı.
Neden gelmişti buraya?
Bazen, geçirdiği şu üç gün, ağırca bir yük gibiydi omuzlarında. Hani
eli varmaz ya insanın aşa işe, çekivermek ister ya her şeyden eli eteği...
İşte, öylesine bir duygu kaplamıştı benliğini. Şöyle, bir yastığa vurup kafayı,
sonsuz bir uykunun gizemli akışı içinde yitip gitmekti istediği.
Bazen bu üç günde, içimine doymadan bitiveren bir sigaranın bıraktığı
tada benzer şeyler de vardı. Hani yeniden bir sigara daha... İçinden ağlamak gelirdi
o zaman. Şöyle sarsıla sarsıla, şöyle mendiller dolusu; el-gün demeyip akıtmak
isterdi gözyaşı...
Ama o, en çok ayrılışlardan sonra ağlamak isterdi. İlle de eyvallahsız
ayrılışlardan sonra. Gündüzün ortasındaki zifiri karanlıklarda, o yalnızlı
kuytularda kalakalışlarda...
Bu geçen üç günün ötesinde, yaşını yirmi üçten yirmi dörde çıkaran o
uzun hapisli günlerinde, hep umut vardı. Onu bu günlere kul eden ömrünün bileği
taşı... Şimdiyse var olan, gözlerine bıçak gibi saplanan hüzündü.
Sabah babasıyla, kardeşleriyle birlikte o da erkenden kalkmıştı. Eskiden
çalıştığı sanayideki işyerine uğrayıp arkadaşlarına, patronuna bir merhaba
diyecekti. İşe yeniden başlamak istediğini söyleyecekti. Ama babası bir gün
önceki olanları anlatınca, evden dışarı adımını atamamıştı. Zeynel Bey, babasına,
“Oğlun artık mimlendi... Onca olandan sonra ben polisle molisle
uğraşamam,”deyip kestirmişti.
Öğleye kadar evin içinde dolanıp durmuştu. Arada annesi çay yapmış,
meyveler getirmişti önüne. Bir ara evlerinin önündeki bahçeye çıkmış; kömürlükten
çıkardığı çapayla üç beş ağacın diplerini kabartmış, otlarını ayıklamıştı. Sonra ikişer kova da su dökmüştü ağaçlara.
İşte o ara, taze sürgünleri pencere demirlerine sarılmış asmayı sularken duymuştu
Eşref’in sesini. Sanki arkasındaymış da Eşref, omzuna doğru eğilip ıslık çalar
gibi, “Yuu-nuus...” diye üfleyivermişti adını. Bir anda yüzü aydınlanmış,
gözleri ışımıştı. Bir yıldır görmediği canciğer arkadaşını çabucak görme
arzusu, deliye döndürmüştü. Hemen çapayı, kovayı kömürlüğe bırakıp kapıya
koşmuştu. Annesine, “Ben gidiyorum. Şöyle bir dolaşacağım...” deyip fırlamıştı
sokağa. Annesi bakakalmıştı arkasından. “Yine omuzlarına konan iki el alıp
götürürse... Yine aylarca dönmezse...” korkusu, oğlu sokağın köşesini dönene
kadar, kapı dibinde mıhlayıvermişti annesini.
Köşeyi döner dönmez göz göze gelmişti bakkal-la. Kapı önünde,
sandalyede oturuyordu bakkal. Ai-lesi dışında ilk kez karışılacağı birisiydi.
Zor tanım-lanır bir duygu kaplamıştı içini. Sanki bir sınav he-yecanı gibi,
utanma gibi, sevinme gibi... “Merhaba Vehbi Amca” sözünü içinden yineleme
gereği duymuştu. O, ne diyecekti? Elbet boynuna sarılmasını bekleyemezdi. Ama
bir güler yüzü de esirgemezdi... Gel gör ki, üç adım kala, aklından geçenler
pat diye kopuvermişti: Kabak kafalı, koca göbekli bakkal; birden somurtmuş, gözünün
içine baka baka, sandalyesini kaptığı gibi içeri dalmıştı... O an yer sallanmıştı
sanki. Durağa kadar uzanan dört adımlık yol; aşılması güç çukurlar, tepeler
oluvermişti. Durağa nasıl gelmişti, o kırmızı dolmuşa nasıl binmişti, parayı
nasıl vermişti? Bilmiyordu... Bildiği, her şeyin ortalığı kaplayan bir sis
içinde belirsizleşip yitişiydi.
Bir an yine o sesi, Eşref’in sesini duymuştu. Yoksa o mu duymak
istemişti? Yine ıslık gibi, “Yuu-nuus...” diyerek kulağına çalınmıştı ses. Adının
hecelerini uzata uzata, “Yuu-nuus...”
İrkilmesiyle birlikte, dolmuşun camından Körfez’in sularını görmüştü. O
an sanki görünmeyen bir el, şöyle dokunuvermiş; içini sevince boğmuştu...
Bırakmalı artık, demişti, geride kalan acılı günleri. Umut ve sevgi dolu
günlere bakmalı... Sevinçleri, acıları el altında tutmadan bölüşmeli; sıcak
ekmeği böler gibi... Bölüşmenin o güzelim kokusu tutmalı evreni, çekmeli
kendine yürekleri. Yaklaştırmalı adımları, koparmalı yüreği sıkan bukağıları...
Oturup şöyle göz göze, şöyle diz dize; çaylı, sigaralı...
Son durakta nasıl inmiş, evlerine dönmek için yollara dökülmüş
insanları nasıl yara yara gelmiş, kendini bir anda o bankanın önünde nasıl
bulmuştu? Bilmiyordu. Bildiği bedenini tepeden tırnağa kesmiş coşku seliydi...
Kendine geldiğinde, kapıdaki siyah pantolonlu, gri gömlekli koruma görevlisi,
“Hemşerim, saat beşi geçti; banka kapandı!” diyordu. Bakışlarını içeri
kaydırmıştı. Kadınlı erkekli bir grup kapıya doğru geliyordu. İçlerindeydi
arkadaşı. Tam önünden geçerken, “Eşref...” diye seslenmişti. Eşref ve diğerleri
durup bakmışlardı. Tanıyamamıştı sanki Eşref, put gibi kalakalmıştı. Bir daha
seslenme gereği duymuştu o an: “Eşref...” Eşref’in, bu kez de yüzünde bir garip
telâş... Üç adım atıp da yanına gelememişti. Diğerleri merakla bakmışlardı
olanlara. “Ben, Yunus... Tanıyamadın mı?” Neden sonra yanına gelip, “Demek
geldin; geldin, ha...” diyebilmişti Eşref. Ne demekti bu, “geldin” lâfı?
“Çıktın mı?” demeye dili mi varmamıştı? Arkadaşı, tedirgin bir halde, acele
acele sürdürmüştü konuşmasını: “Bak Yunus’cuğum,” demişti, “şu an... şu an bir arkadaşa
yetişmem gerek. Ee… ben seni yine ararım. Nasıl olsa hep buradasın artık. Ha,
ne dersin?” Bir şey demesine fırsat vermeden kaçar gibi uzaklaşmıştı yanından.
Dört adımda da kalabalığın içinde yitivermişti...
Neden gelmişti buraya?
Güneş, deniz, martı, vapur... Bölük pörçüktü gözünde. Uzaktan geçen bir
gemiye takıldı gözleri. Güneşin battığı yöne doğru gidiyordu, dalgaları yara
yara... Dudaklarından kan sızar gibi döküldü söz: “Kanat tüyleri yoluk bir kuş
nasıl uçar?”
- Görüyor musun genç dostum?
Başını ihtiyara çevirdi. İhtiyar, uzaklaşan gemiyi gösteriyordu eliyle.
- Bu gemi nereye gidiyor, görüyor musun?
- Bilmiyorum, dedi. Sonra başını öne eğdi.
İhtiyar sürdürdü:
- Güneşe gidiyor, güneşe!
Önce ihtiyara baktı, sonra gemiye... Gözler, gemi, güneş aynı hizada
idi. Sonra tekrar ihtiyara bakarak:
- Sahi, dedi, güneşe gidiyor!
İhtiyarla bir an göz göze kaldılar, ardından gülmeye başladılar.
Az durulunca, ihtiyara:
- Peki, dedi, sana bir şey soracağım...
- Buyurun, sorun.
- Kanat tüyleri yoluk bir kuş nasıl uçar?
İhtiyar duraksadı... Sonra:
- Nasıl olacak, dedi, her zamanki gibi...
Şaşırdı...
İhtiyar sır verir gibi sürdürdü konuşmasını:
- Unutmayalım, kanat tüyleri az bir zaman sonra yeniden çıkar!
Tepeden tırnağa coşkuya kesti. Gülerek:
- Sahi, dedi, yeniden çıkar!
Banktan kalktı. Kent içine doğru yürümeye başladı. Sekiz on adım sonra
dönüp ihtiyara:
- Yeniden çıkar değil mi dostum? diye bağırdı.
İhtiyarın mavi boncuk gözleri gülüyordu.
İ Ş
Zil bu kez daha uzun çaldı. Gidip açmak istemedi kapıyı. Sabahtan beri
beş altı kez çalınmış, her seferinde de komşularının çocukları ellerinde birer
tabak pişi ile karşısına dikilmişlerdi. “Şimdi gidip açacağım, yine bir tabak
pişi... Kim yiyecek ki bunları? İyisi mi açmayayım,” diye içinden geçirdi.
Zil tekrar çaldı. Bu kez daha uzun...
Yerinden kalkmadı. “Nasıl olsa, evde yokmuş, der; sonra da çeker gider,
her kimse...”
Tekrar çaldı.
“Çaresiz, bu geleni de alacağım. Mübarek kandil...”
Kapıyı açınca şaşırdı. Bir çocuk değildi gelen. Yaşı ellinin üstünde, esmer
suratlı, gür kaşlı, tıraşsız; yoşuk şapkalı, yoşuk ceketli, elinde pazar çantası
olan bir adamdı.
- Buyurun... Birini mi aramıştınız?
Adam çekine çekine:
- Merdiveni... Merdiveni yıkamaya geldim bey, dedi.
- Merdiveni mi?
- Evet.
- Ama bu merdivenin yıkayıcısı var, az sonra da gelir.
Adam sanki bir suç işlemişliğin tedirginliğini yaşıyordu.
-Ben... Ben Ayşe’nin babasıyım, bu merdivenleri yıkayan kızın...
- Haa, oldu o zaman...
- Su ver. Su ver de yıkayayım.
- Dur öyleyse, deyip banyoya yürüdü.
Çeşmeyi açtı, akmıyordu su. Bidonlara baktı, onlar da boştu. Termosifondan
almayı akıl etti. Musluğu açıp boş kovayı altına koydu. Su az akıyordu. Kovanın
dolmasını beklemeyip kapıya gitti. Adamı, elinde süpürge, bekler görünce, boğazına
bir şeyler düğümlendi.
- N’oldu bey?
- Ha, sular kesik. Termosifondan su alıyorum, o da az akıyor. Biraz
bekleyeceksin.
- Beklerim...
Kıpırtısız durmaya başladı adam. Bir an kızını sormayı düşündü. Sonra
vazgeçti. Daha sonra da sormadan edemedi.
- Demek kızınızın adı, Ayşe...
- Ayşe’dir.
- Niçin gelmedi o?
- Hasta, bey... Ateşler içinde cayır cayır yanıyor.
- Geçmiş olsun.
- Sağ olasın.
- Doktora götürseydin. Hastaneye falan...
Adam kollarını açarak:
- Neyle, dedi.
Bir an boşlukta kalan kolları yanlara düştü. Ekleyerek:
- İyi olur bakalım, üşütmüştür...
Adamın sözüne karşılık veremedi bir an. “Neyle?” sorusu her şeyi
düğümleyip atıveriyordu. Son-ra:
- Öyle... Üşütmüştür, dedi. Havalar değişiveriyor birden. İnsan kendini
kollayamıyor.
- Doğru söylersin...
- Sen de gelmeyecektin.
- Nereye?
-Merdiveni yıkamaya... Bir kez de yıkanmayıversin, kurt düşmezdi ya...
- Öyle deme bey, bakarsın çocuk işinden olur! Neme lâzım, kötü bi lâf
falan derler. Biz çekiniriz böyle şeyden.
- Yok canım, kim ne diyecek ki?
- Olsun... Herkes senin gibi düşünmez.
- Yo yoo, herkes de benim gibi düşünür. Ortada hastalık söz konusu...
Hiç gelmeyecektin.
-Yine de gelmek lâzım. Vazife, vazifedir...
Banyodan gelen suyun sesi birden değişti.
- Amca sanırım su doldu, gidip getireyim, diyerek yanından ayrıldı. Az
sonra da dolu naylon kova-yı getirip adama verdi.
Adam suyu sahanlığa, merdiven basamaklarına boşalttı. Su şakırdayarak
aşağı katlara doğru akmaya başladı. Boş kovayı vererek:
- Bey, dedi, bu kaba pisliği götürür; sen varsa bir daha ver, onunla da
yıkayayım.
Boş kovayı banyoya götürdü, az sonra kapıya geldi.
- Dolmasını bekliicez.
- Olsun, bekleriz bey...
Elinde süpürge, yine kıpırtısız durmaya başladı. Bu adama yine bir
şeyler sorma konusunda ikircimlendi. “Sordukça dertten başka ne çıkıyordu ki
ortaya?” diye düşündü. “Çözümüne ortak olamadıktan sonra... İyisi mi susmalı.
Böyle, kıpırtısız...” Ama on saniye duramadı, sormadan edemedi:
- Sen ne yaparsın amca?
- Ben mi? Hiiç... İşim yok sayılır. Hanım, kız çalışıyor işte. Ben de ufak
tefek ne bulursam... Aslında ben köyde çiftçilik yapardım. Eskiden... Hapiste
yattım. Yeni çıktım. Hasımlarım var köyde. Dalaşmak istemedim. Tarlayı tapanı
satıp İzmir’e geldim.
- Memleketin neresi?
- Erzurum... Kale’de oturuyoruz. İşte böyle... İşsizim...
Sustular. Bu kez de “İşsizim” sözü düğümleyip atıvermişti
konuşmalarını.
- Su taşıyor bey! dedi adam birden. Boşa akmasın, günahtır.
Akan suyun sesi değişmişti. Gidip dolu kovayı getirdi.
Adam bu kez suyu azar azar döküyor; sahanlığı, basamakları, büyük bir
ustalıkla yıkıyordu. Az sonra, önüne kattığı suyu aşağı katlara doğru indirerek
gözden kayboldu.
* * *
Dörder, beşer katlı apartmanların sıralandığı, pek de işlek olmayan
caddede yürüyordu. Oturduğu semtten bir hayli uzaklaşmıştı. “Vazife,
vazifedir...” Bu söz, beynini burgu gibi oyup durmuştu öğleye kadar. Bir iş
sahibi olmanın, iş yapmanın önemini düşünmüştü hep. Az da olsa, “Bugün de
gitmeyivereyim, bugün de çalışmayıvereyim,” dediği günler, gitmediği,
çalışmadığı günler gelmişti aklına. Aklına geldikçe de yüzü kızarmıştı. Evde
odadan odaya dolaşıp durmuş, ele gelir tek bir iş yapmamıştı. Yarım kalmış bir
kitaba, bitireyim diye sarılmış; ancak iki sayfa okumadan bırakmıştı kitabı.
Balkona çıkıp Körfez’i, sokaktan gelip geçen satıcıları, evlerden evlere pişi
taşıyan çocukları seyretmişti. Bir ara ayna karşısına geçince saçlarının iyice
uzadığını fark etmişti. Sonra da, “Bu boş günümde yapılacak en iyi iş, Berber Ali
İhsan’a kadar uzanmak...” deyip evden çıkmıştı.
Birden, ilerideki apartmanın giriş kapısından dışarıya suların aktığını
gördü. Yine, “Vazife, vazifedir...” sözü aklına geldi. Bir an o adamın -elinde
süpürge- kapıdan çıkıvereceğini sandı. Tam, kapı hizasına gelince kalakaldı.
O’ydu...
- Ayşe! dedi
Kapı girişindeki suları dışarı süpürmeye çalışan on beş, on altı yaşlarındaki
esmer kız; belini doğrultup ona baktı. Bakar bakmaz da, utandı. Bir şey diyecek
gibi oldu, diyemedi. Eğilip işine koyuldu.
O an, orada, Ayşe’ye seslenişine bir anlam veremedi. Pişman oldu. Hızlı
adımlarla Ali İhsan’ın dükkânına doğru yürüdü.
DÜŞ
Mevsim yazın ucu. Kiraz ayı, gül ayı... Gökte yıldız cingir cingir...
Akşam yıldızı dağı aşınca, çobanın dudağından dökülen sevda ıslığı kesildi. Koyunlar
soluyan meşelerin altına gelip uykuya daldı.
O, görmedi.
Bir ara, gecenin bir yarısında, gümbürdedi orman dorukları. Yer usulca
sallandı, dağlar sendeledi.
Duymadı o. Teslim olduğu uykunun kollarındaydı.
Daldaki yapraklar daha bir hızlı hışırdadı, yuvadaki yavru kuşlar
çırpındı.
Uykudaydı. Kör kuyulara dalmış gibiydi.
Mor şafağa epey vardı. Kervankıran doğmadan az önce; Hıdır doğudan
koptu, İlyas da batıdan... Göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman geçti geçme di,
tam tepede kucaklaştılar. Dünya silme ışığa kesti bir an.
Sanki demir mengeneler sıkmıştı gözkapaklarını. Al çiçekli yorgan değil
de ölü toprağıydı üzerine örtülen.
Şafak alacasında, boy atıp başak bağlamış ekinler haykırdı. Börtü böcek,
kurt kuş çığrıştı; uzak yıldızlardan ses geldi.
Ondan ses gelmedi.
Güneş ondan önce davranıp karşı dağın ardından yekinip çıktı. Perde
aralığından ışıklarını salıp üzerinde titredi.
Duymadı. Neden sonra, gökyüzünde bin bir çeşit yay çizen kırlangıçların
vıcırtısıyla uyandı. Mutfaktan gelen sesleri duydu. Bardak, kaşık şıngırtıları...
Yataktan çıktı, sendeleye sendeleye mutfağa yürüdü. Kapıdan:
- Günaydın, dedi.
Eşi -elinde zeytin, peynir tabakları- dönüp baktı, gülümsedi.
Ocaktaki çaydanlıktan çevreye buharlar savruluyordu. Birden o resmi
anımsadı. İlkokul Türkçe kitabındaki resmi... Bir masa, bir sandalye, sandalyede
sigarasını keyifle tüttüren göbekli bir adam; yanında yanan bir soba, sobanın
üstünde fokurdayan bir çaydanlık...
- “Hiçten Saadetler...” dedi.
Eşi önce ona baktı, sonra çaydanlığa. Gülerek:
- Oldu olacak, şu tabureye otur; eline de bir sigara al, tüttür, dedi.
- Ne de güzel olur, tam resimdeki gibi... Yalnız, sabah sabah
kahvaltıdan önce sigara... Çocukları kaldırayım mı?
- Az sonra. Çayın suyunu yeni kattım...
Tekrar işine koyuldu eşi. O, tabure çekip oturdu. Kolunu masaya,
sırtını duvara dayadı. Eşine:
- İyi uyudun mu? dedi öylesine.
- Sayılır...
- Ne demek, sayılır?
- Sabaha kadar düş gördüm. Pek çok...
“Hayırlar olsun” demesini bekledi eşi. Bir şey demedi o. Sustu.
- Anlatayım mı?
- Hayır, dedi birden, istemiyorum.
Eşi bir anlam veremedi karşı çıkmasına.
- Neden? Pek fena sayılmazdı gördüğüm düşler, deyip bir gülücük
fırlattı. Hep seninle uğraştım durdum.
- Ne olursa olsun, İstemiyorum anlatmanı.
- Ama neden?
- Üstüme gelme.
- N’olursun...
Israrına fazla dayanamadı. Derin derin iç çektikten sonra,
- Yıllar önce... deyip duraksadı bir an. Yıllar önce, yine böyle bir
gece, düş görmüştüm canım. Düşümde, ilkin, ağzını her açışta salyalar döken,
akçıl bir köpek, aya karşı uzun uzun ulumuştu. Sonra bir bakmışım,
tarladayız... -Hani bilirsin, göl yolundaki tarlamızı... Tarlanın ortasındaki ulu
kavağı da hatırladın mı?- Ulu kavağa, yanına varıp bakarım. Her bir dalında yüzlerce
yuva, binlerce kuş... Cıvıldaşır durur kuşlar. Birden bir cayırtı kopar, irice
bir dal hışırtılar çıkararak yere serilir. Ardından bir cayırtı... Ardından bir
cayırtı daha... Üç dal, boylu boyunca yerde... Ağaçtaki binlerce kuş, kanat
vurur göğe; kuştan kanattan, güneş görünmez olur...
- Sonra?
- Sonra uyandım. Sabah anama anlattım, düşü yorsun diye. Daha ben,
“kavak” derken, “dal” derken yeşil gözlerine bir korku gelip çörekleniverdi.
“Aman ha,” dedi, “gerçeği ölümdür!” İşte o gün bu gündür, düş görmekten, düş
yormaktan korkar oldum...
- Neden?
- Neden olacak, olanlar haklı çıkarmıştı anamı. Çok geçmeden, püskül
püskül gözyaşı dökerek toprağa vermiştik üç dalımızı...
Birden, eşinin gözleri önüne, çiçeğe durmuş fidanlar geldi. Kopan
fırtınanın devirdiği fidanlar... Bardağı tutacak gücü kalmadı.
O, tabureden kalkıp mutfaktan çıktı. Çalışma odasına geçip kitapları
uzun uzun süzdü. Bir ara daktiloya takıldı bakışları. Nicedir okumadığını, bir
satır olsun yazmadığını anımsadı. Oradan banyoya geçti. Yüzünü aynada seyretti.
Alnındaki kırışıklık, saçlarındaki beyazlık biraz daha çoğalmış gibisine geldi.
Bir an boğulacakmış, gözleri oyuklarından fırlayacakmış gibi oldu. Yaşaran
gözlerini ovuşturdu. Musluğu açıp avuç avuç su çarptı yüzüne. Çarptıkça
uyuşukluğu gitti, açıldı. Kendini daha bir dinç hissetti.
* * *
İşe gitmedi. Kentin caddelerinde yürüdü, öylesine. Parkları, meydanları
dolaştı. Kimileri hıdrellez yapıyordu o gün. Parklarda, bahçelerde; renk renk
elbiseler içinde; sazlı sözlü, zilli darbukalı eğleniyorlardı. Kimileriyse
eğlencelere katılmıyor, bir burukluk içinde, bakmakla yetiniyordu. Öyle, uzaktan...
* * *
Saat meydanındaki çiçekçilere vardı. Üç karanfil sardırdı satıcı yaşlı
kadına. Üç kırmızı karanfil...
Satıcı paranın üstünü verirken:
- Çok hoşlarına gidecek sevdiklerinizin, dedi gülümseyerek
- Eminim... deyip iskeleye doğru yürüdü.
* * *
Vapur iskeleden epey uzaklaşmıştı. Oturduğu yerden kalktı, güverteye
çıktı. Gittikçe uzaklaşan kente baktı uzun uzun. Sonra uçan martılara kaydı
bakışları. Ardından, köpüren sulara...
Elindeki demeti bozdu; üç karanfili, teek tek, mavi sulara bıraktı.
GÜCENİK
Ben de çekip gideceğim buralardan. Yeter ki güzelim bahar, göstersin
yüzünü. İnsanoğlunun ayak basmadığı bir yer olsun da, neresi olursa olsun... Başımı
alıp gideceğim.
Tüm mahlûkat, duyun beni; size kocaman bir yemin... Artık kapanacağım
yuvama. Açlık beni yesin bitirsin. Cesedimi kurtlar, kuşlar parçalasın; hiç
umurumda değil. Sağ çıkarsam bahara eğer -ki hepiniz göreceksiniz- kuyruğumu
düğüp gideceğim buralardan. Mor çiçekmiş, taze yumurtaymış, yonca nefesiymiş...
Hiiç birisi döndüremeyecek beni yolumdan.
Gördünüz, günler öncesi yağan kar tüm yöreyi kapladı. Güneş, günler
boyu el kadar olsun göstermedi yüzünü. Allah’ın otuna çöpüne hasret kodu beni.
Bugün sabahı yine diri tuttum. Açlık yaman bir dert. Eğer kursağınızda bir
dirhem kırıntı yoksa, uyku da haramdır size. Bu yüzden gece boyu gözümün
perdeleri çekilmek bilmedi. Ve ilk defa yılanlara, çıyanlara, böceklere,
solucanlara imrendim. Havada uçtum da ne oldu? Yerlerde sürünseydim de şu rezilliği
çekmeseydim keşke. Keşke insanoğlu alnımdan çatadak vursaydı da o sözleri
yüzüme söylemeseydi... Hayır, hayır; bu kez “Hırsız” demedi. “Hırsız Saksağan”
ha... Güleyim bari!.. Bir yumurtanın hırsızlığı... Hah haa!.. Ya her gece
tavukların sansarlar tarafından boğazlanışına ne demeli? Ya karga-lar? Baharda
tarlaların yeşile boyanacağını sanıyor insanoğlu, şaşarım aklına!.. Güzün
ektikleri tohumların çoktaan hesabını gördü aç kargalar. Boşuna beklerler,
boşuna!..
Biliyorum, yine daldan dala konmaya başladım... Ne yapayım, ipe boncuk
dizer gibi konuşmasını beceremiyorum işte. Ama bu kez olanları sırasıyla, tane
tane anlatmaya çalışacağım sizlere:
Sabah, soğuktan büzülüp kaldığım yuvamda güneşi boşuna bekledim. Karşı
dağların neresinden doğup nerelere yükseldiğini fark edemiyordum. Ortalık
pusluydu. Ovanın ortasındaki köy il dal seçiliyordu. Elektrik direkleri,
telefon direkleri olmasa; köyü ana yola bağlayan yol da fark edilmezdi. Köye
bakıp bakıp, gitmeliyim, diyordum. Bir lokmacık yiyecek bulamasam da, gün boyu
başıboş dolaşsam da...
Birden, köyün girişindeki üçüncü eve konukların geleceği içime damdı.
Artık, köye gitmem şart olmuştu. Konukların geleceği evin sahibine, haber
vermem gerekti. Bu benim görevimdi. Şu dünyada kim kimin hizmetinde değildi
ki... Bir eve konuk ya da mektup mu gelecek, bunu önceden biz saksağanlar
biliriz, gidip ev sahibine haber veririz. Sakın ha, bu da bir iş mi, demeyin
bana. Yarinden umudunu kesmiş nice sevenler, askerden mektup bekleyen nice
analar, babalar... Bu işin gönüllüsü biz olmadık elbet, Yaradan böyle uygun
görmüş. Keşke bizim de etimiz, yumurtamız yenseydi de insanoğlunun gözünde
tavuk kadar haysiyetimiz olsaydı...
Gerçi olsaydı da ne olacaktı? İnsanoğlunun ne kadar gaddar, ne kadar
nankör olduğunu siz daha bilmiyorsunuz. Boz kanatlı üveyiklere, alacameryemlere,
sarıasmalara dört top çalıyı çok gören kim? Kargalar, güvercinleri köyden sürüp
çıkarırken gıkı çıkmadı insanoğlunun. Sözüm ona bir de, mübarek hayvandır diye
etini yemezler güvercinlerin... Pencereler hasret kaldı kanat şakırtısına,
hasret! Ooh, leylekler de gelmez oldu işte!.. Tabii, sizler; ak bağırlı, çatal
kuyruk kırlangıçların, gözyaşı döke döke buralardan çekip gittiğini görmediniz
ki...
Durun size dinlediklerimi anlatayım. Sonra, kaldığım yerden devam
ederim. Belki de biliyorsunuz hikâyeyi… Ama olsun, ben yine de anlatacağım. Hele
hele, insan soyuna bildiğim dediği şeyleri bir daha anlatmak gerek...
Yılanı bilirsiniz, insanın en büyük düşmanı... Peki ama, neden düşman?
Düşünürsünüz ya...
Bir gün yılan, yolda sivrisineğe rast gelir. “Ey sivrisinek, canım kan
istiyor,” der. “Şöyle, tatlı mı tatlı kanı olan birini bulsam da, doya doya bir
emsem...” Sivrisineğin, yaltaklanacağı tutar yılana. “Derdin bu mu? Ben sana
hemen bulurum,” deyip uçar gider. Sivrisinek ata konar, ite konar, börtüye,
böceğe konar; emdiği kanlar pek hoşuna gitmeez. Döner dolaşır, sıra insanoğluna
gelir. Aman Allah’ ım, bir kan ki abıhayat, bal şerbet! Emer kanı, doldurur
torbasına; uçar gider. Yolda kırlangıca rastlar. Sivrisineğin telâşlı halini
görünce sorar kırlangıç, “Hayrola, ne bu hal?” Sivrisinek olanları bir bir anlatır,
yılana haber vereceğini söyler. Yüreği el vermez kırlangıcın. “Aç ağzını da bir
bakayım,” der sivrisineğe. Sivrisinek ağzını açar açmaz, kırlangıç atik
davranır; sineğin dilini koparır. Bin bir acı içinde, yılanın yanına çıkar
gelir sivrisinek. Başlar, nını nını nını nı nı, anlatmaya... Ağzından dilinden
ne dediği anlaşılmasa da; işaretlerle olanları aktarır. Kırlangıca düşman kesilir yılan. Günlerce
pusuya yatar. Bir gün tenhada kıstırınca saldırır üstüne. İlk hamleler boşa
gider. Derken bir saldırış daha... kırlangıcı kuyruğundan yakalar.
Boğuşurlar... Kırlangıç canını zor kurtarır. Ancak, düz kuyruğu da çatal
olur... Acılar içinde, insanoğluna varır kırlangıç. Başından geçenleri anlatır
bir bir. Minnetle bakar hayvana insanoğlu. Yapılan iyiliğin altında kalmaz,
“Gel, yuvanı gözümün önüne yap,” diyerek evinin her bir köşesini, ona açar...
Sonra mı?
Ah, dostlarım; zaman denen törpü insanoğlunun huyunu da değiştiriyor. İyilik,
minnet, kadir kıymet… Bir zaman geliyor, bunların da hükmü kalmıyor şu kahpe
dünyada...
Sanırım üç yıl önceydi. Havayı yeşil ot kokularının sardığı bir bahar
sabahı, o ulu denizleri leylekler sırtında aşan ak bağırlı, çatalkuyruk
kırlangıçlar çıkagelmişler ata yadigârı yuvalarına. Bir de ne görsünler; serçeler,
kırlangıçların güzelim yuvalarına kurulmuşlar! “Çıkın,” demişler, “yuvamızdan!”
Tınan kim... Bir hayvanda onur olmalı. Arsız serçelerde onur, gurur ne gezer...
Kırlangıçlar bu kez insanoğluna varmışlar, “Bize yardımcı ol; ey, eşref-i
mahlûkat!” demişler. Yaratıkların başı, ne yapsa beğenirsiniz; yüzlerine bile
bakmamış... Zavallı hayvanlar, lânetler yağdırıp kanatlarının tozuyla ayrılmışlar
oradan.
Bana bunları, o güzelim bahar sabahı, bir kırlangıç anlattı köyün
söğütlü pınarında. Ve o günün öğle sonu kafile çekip gitti bu diyardan. Bir
daha da, o gün bu gündür gelmediler. Varsa göreniniz, söylesin... Şu geçtiğimiz
bahar, kaçı geldi ak bağırlı kır-langıçların?
Neyse, kaldığım yerden devam edeyim başımdan geçenleri anlatmaya...
Havanın pusu biraz kırılmıştı. Köyün bacalarından yükselen dumanlar
daha bir iyi seçiliyordu artık. Yuvamda daha fazla duramadım. Kanat vurup yaşlı
ceviz ağacındaki kovuğumdan ayrıldım. Köye varıp hem o köylüye konukların
geleceğini haber verecektim; hem de evlerin tersliğinde, çöplüğünde yiyecek
arayacaktım...
Ana yolun üzerinden geçerken bir ara başımı sağ tarafa çevirdim. Az ilerdeki
petrol istasyonunda mola veren otobüsleri gördüm. Aklıma lokantanın çöplüğü
geldi. Yemek artıkları gözümün önünde uçuşmaya başladı bir anda. Çeyrek tur
atıp oraya yöneldim. Vakit erken sayılırdı. Kargaların işbaşı yapacaklarını
sanmıyordum. Uçuyordum sevinçten. Şansım yaver giderse, keyfime diyecek
olamazdı. Günler sonra taşlığım bayram edecekti…
İstasyona varınca, önce lokantanın çatısındaki televizyon antenine
kondum. Ses soluk yoktu ortalıkta. Yeterince soluklanıp gücümü toparladım. Sonra
havalanıp binanın arka tarafına süzüldüm. Aman Allah’ım, ne göreyim; yerin
göğün kargası, toplanmış... Üzerine konan karga sürüsünden, çöplüğü görene aşk
olsun... Çekip gitsem mii, gitmesem mi; ne yapacağımı şaşırdım... Üstlerinde iki tur atıp yandaki söğüt
ağacının dalına kondum. Gözleri dünyayı görmüyordu namussuzların; çöplükte ne
varsa silip süpürüyorlardı. Yanlarına varıp bir uçtan çöplenmeye kalksam,
hepsinin birden üzerime çullanacağını adım gibi biliyordum. Aralarında serçeler
de vardı. Nedense bu karga milleti, onlara ses çıkarmıyordu. Oysa hepimiz aynı
b.kun soyuyduk. Son birkaç yıldır moda çıkarmışlar, biz saksağanları semtlerine
uğratmıyorlardı. Ne kötülüğümüzü görmüşlerdi ki?
Baktım, bir serçe sürüden havalanıp az öteme kondu. Meğer beni görmüş
namussuz… Mit mit yanıma gelip:
- Ne b.k işin var senin burda! Canın dideklenmek mi istiyor, demez mi?
Canıma tak etmişti artık.
- Sana da n’oluyor pis yardakçı! deyip saldırdım üstüne.
Pırrr, uçup gitti sürünün içine. Bir anda kargaların tümü çöplenmeyi
bırakıp bana pis pis bakmaya başladılar. İçlerinden biri dayı dayı gelip yanıma
kondu. Gözlerini belerterek:
- Belanı mı arıyorsun sabah sabah, pis topal? dedi. Çabuk terk et
burayı! Yoksa...
Havalandım hemen. Ne yapabilirdim ki? Lânet olsun, yoktu arkam. Bu pis
kargaların şerrinden darmadağın olmuştuk...
Üstlerinde tur atıp duruyordum. Açtım. Gözümü çöplükten ayıramıyordum
bir türlü. Beni görmüyorlardı, gittiğimi sanmışlardı, aptallar.
Birden binanın köşesinden bir garson çıkıverdi. Elinde çöp kovası
vardı. Nedense, çöpleri bu kez, çöplüğün az ilerisine boşalttı. Karga sürüsü
farkına varmamıştı dökülenlerin. Bu kaçırılmaması gereken bir fırsattı benim
için. Yere doğru dik bir dalış yaptım, taze çöplerin üzerine kondum. Hemen fark
etti eşkıya sürüsü. Durur muyum, ayağıma ne denk geldiyse kapıp kaçtım.
İnanmazsınız, alçaklardan ikisi, köy yoluna kadar kovaladı beni...
Yarım dilim ekmekmiş kaptığım. Bir ağacın dibine çekilip tümünü
kursağıma indirdim. Neşem yerine gelmişti artık.
Açlığımı az da olsa gidermenin verdiği mutluluk, gel gör ki fazla uzun
sürmedi...
Evet, size yerine getireceğim görevimden söz etmiştim değil mi?
Köye varıp konukların geleceği evin üzerinde üç beş tur attım. Evdekilerin
yola bakan odada oturduklarını, dumanı tüten bacadan anlamıştım. Pencereye
yakın, dalları yer yer karla örtülü bir armut ağacı vardı. Süzülüp ağacın
tepesine kondum. Yanılmamıştım; evin beyi, hanımı -sırtları dışarıya dönük- minderlikte
oturuyorlardı. Daldan dala seke seke pencerenin dibine kadar sokuldum. İçeriyi
daha bir güzel görüyordum artık. Karı koca, televizyon izliyorlardı. Haberi
iletmeliydim. Kuyruğumu sallaya sallaya ötmeye başladım Adam başını çevirince
göz göze geldik. Nedense, pencereyi falan açmadı; dönüp tekrar televizyon
izlemeye başladı. Anlamamıştı sanırım... Ötüşlerimi sıklaştırdım. Muhakkak
hissettirmeliydim konukların geleceğini. Ona göre hazırlıklarını yapmalıydılar...
Durmadan ötüyordum.
Adam tekrar bana baktı. Sonra dizlerinin üstünde doğrulup pencerenin
kanadını açtı. Ben, “Hayırlı haberse, bir daha şakla; değilse, sırtından
çatla...” falan diyeceğini sanırken; o, dışarı sarkarak, öfkeli öfkeli:
- Dizinin içine ettin be! dedi. Cagır cagır cagır...
Anlamamıştım ne demek istediğini. Bir daha öttüm... Adam, daha da
kızarak,
- Fazla kafa ütüleme! dedi. “Tamam, biliyoruz geleceklerini... Hadi,
çek arabanı!
Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bu kez pencerenin öteki kanadını evin hanımı
açtı. Alaylı alaylı:
- Allah’ın şaşkını, senin dünyadan haberin yok, dedi. Telefon,
telefoon... Hadi, kıışş!
Pencerenin kanatlarını çat, çat kapadılar; döndüler televizyona.
Sonrasını sormayın bana, kuyruğumu düğüp çekip geldim yuvama.
Dostlarım, sözüm söz... Hele bir bahar, hele bir bahar göstersin
yüzünü...
YAMANLAR’IN DORUĞUNDA
BİR ESMER BULUT
Çan çalınca kulenin saatine baktım. Üçü gösteriyordu. İki kere daha
çaldı çan:
- Daaann! Daaann!
Çevredeki banklarda oturanlardan da saate bakanlar oldu. İlk Kurşun’un
önündeki alana güvercin alayı bir daha indi. Yaşlı bir adamla siyah bürgülü bir
kadın, bir de yanlarında duran asker; ellerindeki yemleri saçmaya başladılar
güvercinlere.
Bakışlarımı kulenin dibine çevirdim. Bir boyacı su içiyordu musluktan.
On üç, on dört yaşlarında; kara kuru biriydi. Suyunu içtikten sonra ağzındaki
ıslaklığı elinin tersiyle sildi, sağa sola bakmaya başladı.
Vapurun düdüğüyle irkildim bu kez, iskeleye çevirdim başımı. Karşıyaka’dan
gelen vapur yanaşıyordu.
Baktım, deminki boyacı, az önümde bitiverdi. Sandığı önüne, tenekeyi
altına koyup oturdu. Önündeki yoldan gelip geçenlere pek aldırmıyordu; gözü
iskelede, vapurdan inen yolculardaydı.
“Şu vapura binip şöyle bir Karşıyaka yapsam...” Tam kalkacağım sıra
cebimdeki bütün para geldi
aklıma. “Şimdi
gitsem, bir sürü afra tafra... Hem güvertede yer de bulamayacağıma göre...”
- Tak tak, takırt!
Boyacı... Önünden geçen vapur yolcularından birini kapabilmek için can
paralıyordu.
- Boyayalım abi! Boyayalım abla!
- Tak tak, takırt tak!
Hoşuma gitti takırdatması. Bir çağırasım geldi, sonra vazgeçtim. Ne de
olsa iş zamanı... Boyacı aralıklarla bağırıp çağırıyor, takırdatıyor; ama kimse
de dönüp bakmıyordu.
Bir an takırdatması durdu. Sesimi duyabileceği kadar yükselterek:
- Tak tak... Takırt tak! dedim.
Başını çevirip yüzüme baktı.
- Bana mı dedin abi?
- Sana... Bağırsan da çağırsan da bu insanların boyatacağı yok...
Bakışı tersleşti. Sonra dönüp yine takırdatmaya başladı. Yolcuların ardı
kesildi, yol kendini o olağan geliş gidişe bıraktı. Boyacı, canı sıkkın, yerinden
kalkıp sandığını omuzladı. Sandığın ön yüzündeki, kırmızı boyayla acemice
yazılmış “BOYACI ZEKİ” yazısı, zor okunuyordu. Tenekesini alıp sağa sola bakına
bakına, yem satıcılarının yanına doğru yürüdü. Güvercin alayının ortasında
durup çevreyi taramaya başladı bu kez. Bakışlarımız bir ara takılınca
gülümsedi. Ben de gülümsedim. Sanki çağırmışım... bir solukta yanıma geldi.
Nazlanarak:
- Boyayım mı abi? dedi.
Ayakkabılarımı göstererek:
- Daha sabah boyadım, dedim. Boyamasaydım...
Yalvarmaya başladı bu kez:
- Olsun be abi, bi daha boyansa ne çıkar? Hem ben daha iyi boyarım!
- Olmaz. Boyası biraz eskisin, o zaman sana boyatayım. Söz...
- Oo-hooo! Beni bi daha nerde bulacaksın ki?
- Ben her zaman gelirim buraya.
- Ama ben gelmem...
- Ne yapayım... Gelirsen sana boyatırım...
Gücenik gücenik yüzüme baktı. Tepeden tırnağa süzdük birbirimizi. Mavi
kareli gömleği iyice kirlenmişti. Siyah pantolonunun kumaşı, kumaşlıktan çıkmış;
kirden, boyadan iyice meşinleşmişti. Tam dönüp gideceği sıra:
- Otursana Zeki, dedim.
Şaşırdı.
- Adımı nerden biliyorsun?
Gözümle sandığı işaret ettim. Zeki yazıya baktı, sonra güldü.
- Koy şöyle sandığı, bakarsın bir müşteri çıkar...
Önce kararsız kaldı, sonra bankın yanına yerleşti.
Vapurun düdüğü kalkış için ötünce bakışlarımızı o yana çevirdik. Kıç
tarafta sular karıştı, köpürdü; iskeleden ayrılıp seferine koyuldu vapur.
- İşler nasıl?
Zeki, yere tükürür gibi,
- Kötü! dedi.
- Neden?
- Bilmem ki... Herkes ayakkabısını, sizin gibi kendi mi boyuyor ne...
Bir asker denk getircez dee, kırk saat dil dökücez dee...
Sözünün ardını getiremedi. Salladığı eli havada kaldı bir an. Sonra
başını kaşıdı.
- Aslında havalar da iyi gidiyor...
Daha bir dertlenerek:
- Doğru be abi! dedi. Baksana şu göğe...
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Cam gibiydi. Ta uzaklarda, Yamanlar’ın
doruğundan Çiğli taraflarına doğru, tek tük esmer bulutlar uzanıyordu.
- Kış günleri bizim için iyiydi. Bir aydır tek bir damla düşmedi
İzmir’e. Daha mayısın başı. Kasım yağmurlarına kadar, üü üüf…
- Zeki, gördün mü?
- Neyi abi?
- Bulutları, Yamanlar’ın tepesindeki bulutları...
- Evet, gördüm, dedi. Ardından da, “E, bunda ne var?” dercesine, yüzüme
baktı.
- Çağıralım mı? dedim.
- Neyi, bulutları mı?
- Evet.
Şaşırdı.
- Dalga mı geçiyorsun benimle abi?
- Yoo, çok ciddiyim. Hem seninle niye dalga geçeyim ki? Bakarsın gelir.
Şöyle bir yağar, o gideni yur yıkar; millet kaçamaz, ıslanır, ayakkabıları çamur
olur... Ha?
- Ah bi gelse!
- Hadi çağıralım.
Gülmeye başladı.
- Git be abi, dedi, sen valla benimle dalga geçiyorsun...
- İnan ki ciddiyim. Niye inanmıyorsun bana? Köylerde yağmur duasına
falan çıkarlar ya, onun gibi bir şey.
- N’aber Kıytırık!.. dedi birisi arkamızdan. Baktık; sarı saçlı, çilli
suratlı bir boyacı... Sırıtıyordu.
Zeki birden ayağa kalkarak:
- Burda da mı buldun beni, Sarı Çıyan!.. dedi. Çabuk defol!
Sarı Çıyan alaylı alaylı:
- Hıh, defolacakmışım… dedi. Konak Meydanı babanın tapulu malı mı?
Birden yaka paça giriştiler. Yerimden kalkıp ayırdım.
- Burası ikinize de yeter, ayıp yaptığınız!
Yerlerimize oturduk. Sarı Çıyan az öteye gitti; sandığını önüne, tenekesini
altına alıp oturdu. Başladı takırdatmaya...
Zeki başını iki yana sallayarak burnundan soluyordu.
- Ah bi sen olmayacaktın... Alırdım paçasını yere...
- Boş ver...
Epey sustuk. Zeki bakışlarını bulutlara kaydırdı. Uzun uzun süzdü
oraları. Sonra üzgün üzgün:
- Senin dediğin olmaz, dedi.
- Olmayacak olan ne?
- Şu, bulut çağırma işi...
- Haa... Ama belli de olmaz, köylerde falan çağırıyorlar...
- Ama o ayrı iş. Dua mua olursa, belki... Sen dua bilir misin?
- Canım, duaya ne gerek var; biz açık açık çağırırız, rica ederiz.
Biraz, aklı yatar gibi oldu.
- Gelirler mi ki?
- Bakarsın, gelirler. Görüyor musun, ne de yağmur yüklü...
Giderek heyecanlandı.
- Peki nasıl olacak?
- Sen orasını bana bırak. Şey... Sevgilin var mı?
Yüzü kızardı, kahverengi gözleri oyuklarında fıldırdamaya başladı.
Gülerek:
- Canım, ne ilgisi var o işin şimdi bununla, dedi.
- Sen soruma yanıt ver; var mı, yok mu?
Utana sıkıla:
- Var, diyebildi.
- Güzeel. İyi bak şimdi, çağırıyorum...
Soluk almadan beni izliyordu. Gözlerimi bulutlara dikip elimi havaya
kaldırdım:
- Heey, Yamanlar’ın doruğunda çakılı duran bulutlaar... Ne
bekliyorsunuz orda... Boyacı Zeki, sevgilisini bekler gibi, sizi bekliyor Konak’ta... Beş dakkalığına da
olsa geliiin... Çabuuuk...
Yüzüme baktı, tatlı tatlı gülümsedi.
- Gördün işte, çağırdım.
- Eee...
- E..si, bakarsın gelirler...
Bakışlarını bulutlara çevirdi, dalıp gitti.
Baktım, eli çantalı bir adam, gelip Zeki’nin önünde durdu:
- Boş musun aslanım? dedi.
Zeki irkildi. Daha ağzını açmadan, Sari Çıyan bağırdı yan taraftan:
- Ben boşum abi!
Çantalı adam Sarı Çiyan’a yöneliverdi.
Zeki taş kesilmişti sanki. Gık diyemedi.
Sarı Çıyan müşterinin paçasını keyifli keyifli kıvırıyor; bir yandan
da, Zeki’ye bakarak, pis pis sırıtı-yordu. Bir ara sol elini yumruk yapıp
bileğinden salladı. Zeki fırladı yerinden. Güçlükle kolundan tutup oturttum.
- Bırak yapsın, sen uyma...
Burnundan soluyordu.
- Aslında suç bende. Seni oyaladım, müşterini kaptırdım.
- Yoo, dedi gönlümü almaya çalışarak, boya moya önemli değil; beni asıl
sinir eden şey, şu pis pis sırıtışı...
Sustuk. Bulutlardaydı gözümüz. Neden sonra Zeki, daha bir üzgün:
- Duruyorlar, dedi.
- Evet...
- Duymadılar belki.
- Sanmam, duymuşlardır...
- Geliyor abi! dedi Zeki, büyük bir sevinçle.
- Ne geliyor?
Başıyla işaret ederek:
- Müşteri... Kokusundan bilirim, bak...
Az ilerden bize doğru gelen gençten birisini gösteriyordu. Genç adam gelip
Zeki’nin önünde durdu. Ayağını sandığın üzerine koyup:
- Boya bakalım, dedi.
Zeki yüzüme baktı, gülümsedi. Boya, cila kutularını, kadifeyi çıkardı;
fırçaları birbirine sürtüp işine koyuldu. Bir ara yan tarafa baktı. Sarı
Çıyan’la göz göze gelince, sağ elini yumruk yapıp bileğinden salladı. Sarı
Çıyan bozuldu. Müşteri, bir onlara baktı, bir bana... Olanlardan pek bir şey
anlamadı. Ama, gülümsemeden de edemedi...
Çan, bir kere çaldı. Saate baktım, üç buçuğu gösteriyordu. Yerimden
kalkıp:
- Zeki, dedim.
Fırça sallayan kolları durdu. Yüzüme baktı.
- Ben gidiyorum.
Suratı birden değişti.
- Oturuyorduk ya abi...
- Gitmem gerek. Bugün geç oldu. Sonra yine görüşürüz.
- Buraya yine geleceksin değil mi?
- Tabii. Ben hep gelirim buraya.
- İyi, ben de geleyim. Yine bulut çağıralım olmaz mı?
- Olur, çağıralım...
Gülümsedim. Sözlerim, tavrım pek inandırıcı gelmiyordu sanki.
- N’olur gel abi, dedi, arkadaş olalım seninle.
- Olduk ya...
Sevinci kara kuru bedeninden taştı, başladı fırçaları sallamaya.
Yürüdüm durağa.
Bİ DE BİZ
Asırlık çınarlar, dallarda vıcırdayan kuşlar, kanallardan gürül gürül
akan sular... Burası, Pınarbaşı.
İşte o cumartesilerden ya da pazarlardan biri... Taksi, dolmuş; minder,
kilim, masa, sandalye, sele, sepet; ip, top, uçurtma; rakı makı, bira mira;
def, dümbelek...
İnsanlar; yollarda, parklarda, çaybahçelerinde, ağaç altlarında...
Kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk... Vıngır vıngır...
Şarkılar, türküler, naralar; ziller, defler, darbukalar; mastika
mastika, arada bir, Hasanım...
Ta uçta yaşlı bir zeytin ağacı... Ağacın dibinde serili bir kilim,
kilimin üzerinde eğreti oturan bir ana, bir baba; az ötelerinde de çayırlıkta
deli taylar gibi koşuşan bir Ceren, bir de Caner...
“Hadi,” denmişti, “bi de biz... Gözümüz gönlümüz açılsın. Kış kıyamet
uzun sürdü. Çoluk çocuk kapandık kaldık. Ha ömürde bi de biz...”
Kuşlukta gelip yerleşmişlerdi zeytin ağacının altına. Öğleye dek
imrenerek bakmışlardı oturanlara, çalıp çığıranlara, mastika oynayanlara.
İmrenerek bakmışlardı Ceren’le Caner uçan uçurtmalara, zıplayan toplara. Çocuklar
hariç, belli etmeden yutkunmuşlardı mangallarda cızırdayan etlerin kokusuna.
İşte o ara, çayın demlenip de sofranın hazırlandığı o sıra, Caner
koşarak geldi. Elindeki şişeyi göste-rerek:
- Baba, dedi. Bu, senin fabrikanın şişesi değil mi?
Baba tingedek düştü, yüzüne karanlık bir bulut çöktü. Ana, Caner’i
azarlayarak:
- Nerden buldun len o şişeyi? dedi. Git, bırak nerden aldıysan!
Caner süklüm püklüm uzaklaştı. Az öteye varınca, daha daha öteye
fırlattı boş bira şişesini. Sonra Ceren’in yanına varıp oynamaya koyuldu.
Ana soran gözlerle baktı babaya. Baba, başını öne eğdi; sıkıntısını
dışa vurarak:
- Vaziyet kötü, dedi. Yarın değilse bürgün, sıra bize geldi dayandı...
- Belki seni çıkarmazlar. Ne de olsa on yıllık işçisin.
- İstersen yirmi yıllık ol. Faydasız...
Ana sustu. Bekledi. Baba sigaradan bir nefes çekermiş gibi:
- Ali Usta’yı bilirsin… dedi. Çoluk çocuk, üç gün fabrika kapısında ağlayıp
uluştular; tınan bile olmadı.
Ana, çaresiz... Anca,
- Üzülme bakalım, diyebildi.
- Üzülme ha... Aylardır, bir gün gelip işsizim diyeceğimin korkusu,
yedi tüketti beni. Durmuş da, üzülme, diyorsun...
“Bilmez miyim,” diye içinden geçirdi ana, “her Allah’ın günü neler
hissettiğini, göz göre göre nasıl eriyip gittiğini... Tam da sırasıydı...
Eşoğleşek, nerden buldu o şişeyi...”
Toparlanıp:
- Hadi çay hazır, sofra hazır, dedi, iyice acıktık... Babadan çıt çıkmadı.
- Cereen! Caneer! Gelin, yemek yiiceez!
Uçarak geldi çocuklar. Hemen sofraya
oturdular. Ana ekmeği dilimledi, çayları koydu. Yemek boyu tek söz edilmedi.
Ceren bir şeyler söyleyecek gibi oldu, babasının suratını görünce vazgeçti.
Çabucak yenildi birer dilim ekmek, birer dilim peynir, üçercik zeytin; ikişer
üçer dikimde bitirildi birer bardak çay. Geçmedi babanın boğazından keyif çayı.
Çabucak toplandı torba, sepet; hemen dürülüp koltuğa sıkıştırıldı kilim.
Ne çağıldayan sular, ne vıcırdayan kuşlar; ne uçurtma, ne ip, ne top... Depreşen
dertleri anayı, babayı ezdi büzdü; bakmadan artlarına, düştüler yola.
Çocuklarınsa ayakları yolda, canları çayırlıkta...
“Hadi...” denmişti. “Hadi, bin yılda bi de biz...”
NİNNİ
Gel yavrum, bugün de ben alayım kollarıma seni. Yatırayım sıcacık
yatağına…
Annen mi? Görüyorsun işte halimizi, mutfakta... Sonra yazıydı çiziydi...
Hem, ne fark eder; bugün de ben olsam, sen uykuya dalarken yanı başında? Haydi,
uzan yatağına...
Şimdi uyu güzelim şu sessizliğe durmuş gecede. Güller açtırsın yüzünde
düşlerin. Kapat yavrum gözlerini. Bilmem ki senin için, anamdan kalma bir
ninniyi mi dilime dolasam ya da masal mı anlatsam? Şöyle kuşlu, çiçekli...
Ah yavrum Özgecan, kötüleşti zaman. Her adımda çukur, her adımda taş...
Dahası gecemiz zehir, günümüz zindan...
Bak, dün n’oldu biliyor musun; bir baba ağılamış on bir aylık
bebeğini... İlerde annesi gibi kötü yola düşmesin diye... İnan, haberi okurken
gazetede, ilmekler koptu yüreğimde...
Bugünse bir baba gördüm yolda. Elinde bardak, kaşık kaşık çay içiriyordu
arabada yatan felçli çocuğuna. Her kaşıkta çayın yarısı, çocuğun dudaklarından
dökülüyordu. Ama babanın gözleri gülüyordu. Benimse yüreğimde, dağlar
devriliyordu...
Uyu güzelim sen şu sessizliğe durmuş gecede. Aralansın kapıları güzel
düşlerin. Alıp götürsün seni kanatlarında bir ak kuş, uçursun sonsuz ufuklarda.
Erinci duyulan o güzelim kırlarda gez, dolaş, oyna... Derken, elinde yeni açmış
bir gül, güneşle birlikte dayan kapımıza...
Ah yavrum; bir top ışık ol, aydınlat geceye dönmüş gündüzlerimizi. Bir
çift kanat ol, uçur sessiz çarpan yüreklerimizi. Ah güzelim, tepeden tırnağa
sevgiye kes bizleri. Sen umut, sen can, aah sen özge can; çiçekler sunar gibi
dağıt insanlara tüm sevgini.
Aah Özgecan, ah sen bir ‘başka can’; yoluna olurum kurban...
Öz-ge-caan... Öz-ge-caan... Şiişt, bir başka caan...
...
Bir matematikçi olarak yorum yapmak zor. kolay bir cümle olacak ama genede yazıyorum... ''güzel öykülerin için emeğine sağlık, iyiki varsın amca...''
YanıtlaSil