Etkki Yayınevi Yayınları
Öykü Dizisi…………..: 167
Birinci Basım…………: Nisan 2004
Kapak Resmi………….: Mehmet Karaaslan
İÇİNDEKİLER
Tepe
Dört Güzel İnsan
Varmış
Işıklar
İçinde Yatan Bir Işık
İmece
Gara
Öğretmen’miş Adı
Fındık
Mevlüt
Dörtnala Sürüyor
Atını Zaman
Cilve
Oyuncakçı
Dedeler
Kanatsız
Leylekler
Devlet
Demiryolları/Lefter Attı Golları
Çiçeğe
Durmuş Fidanlar
HB’ler,
Gömlekler, Teypler, Taksiler
Uzaklardan
Gelen Emmiler
Yanılsama
Yadigâr
Dört
Top Çalıyı Çok Görenler
Türkülerde
Kalan Harmanlar
Masal
mı Kaldı Şimdi
Gök Boncuklu Atlar
Onlar
Acem
Kızı
TEPE
“İlân!” diyerek söze başlıyor belediye
görevlisi mikrofondan.
“Yarın cuma namazından sonra; Tepe’deki eski okulun kiremitleri, tahtaları,
döşemeleri açık artırma usulüyle satılacaktır. Halkımıza duyurulur!
Tekrar ediyorum…”
Doruklarından kar eksilmeyen mor kadifeli,
yeşil kadifeli bu dağlarla; içinde sazanların oynadığı uçsuz bucaksız bu göl
arasında uzanan geniş ovanın ortasına, kimler yığmıştı bu tepeyi? Ne zaman ve
ne için? Ya da üst üste gelen hangi acıların katmanıydı üzeri yassı bu höyük?
Bugün sadece adı kalmış; surundan, temelinden
tek bir eser kalmamış kaleyi; kimler, kimlere karşı yapmıştı? Hangi beyler
barınmıştı içinde, efradıyla?
Akşehir Kapısı’ndan, İshaklı Kapısı’ndan;
kimler girmiş, kimler çıkmıştı eşkin atlar üzerinde? Sığır Kapısı’ndan
çıkardıkları hayvanları, hangi meralarda otlatmışlardı çobanlar; ellerinde kaval,
hangi türküleri çalmışlardı?
Sayısız cami eskitmiş olan ak minareyle mi
yaşıttı, sandukasına yeşiller bağlanan
Ahi Yakup?
Ya o Grek kitabesi… Fatih’in askerlerinin
talanından arta kalan tek kalıntı mıydı?
Çukur Han’ın kimlerdi sahipleri? Hangi
kervanlar konaklardı yıldızlı gecelerde? Kervankıran doğmadan mı yola
düşerlerdi? Ne getirirlerdi Konya taraflarından, çanları cangıldayan develerle?
Kubbelerinden eser kalmamış o hamamın göbek
taşına kimler uzanırdı, kurna başlarında hangi güzeller dökünürdü tas tas sıcak
suları?
Kazdıkça höyük toprağından çıkan kafatasları;
kol, bacak kemikleri kimlerindi?
“İlân... Yarın cuma namazından sonra...”
Ses, Tepe’nin üzerine kurulmuş evlerde, sokaklarda, meydanlarda yankılanıyor. Bir zamanlar -elimde çanta, üzerimde siyah önlük, beyaz yakalık- hiç soluk almadan çıktığım Tepe’ye; zorlanarak, ara ara nefesim tıkanarak, biraz da heyecanlanarak çıkıyorum bu kez. Bakımsızlıkları hallerinden belli olan akasyaları, kavakları, suyu akmayan taşı kırılmış çeşmeyi görünce içim cız ediyor. Tavanı, pencereleri, kapıları sökülmüş; dört duvarı yarı bellerine kadar yıkılmış okulumuz, baykuşlar yurduna dönmüş. Kırık kerpiç, sıva, kiremit, çürük tahta kokularının arasından o kokuyu, sınıfımın kokusunu alıyorum. Karatahta, silgi, tebeşir, kitap, defter... Gözlerim yaşarıyor... Boncukları, bilyeleri zıp zıp zıplattığımız lojmanın balkon mozaiği kazık kuzuk olmuş. Alt taraftaki söğütlerin arasından geçen trenlere, daha ötedeki gölün akında yüzen kayıklara baktığımız; akarlardan gelen tokaç seslerini, leğen tangırtılarını dinlediğimiz tarafta kiremitler yığılı. Aylı, aysız yaz gecelerinde sırtüstü yatıp da cingirdeşen yıldızları seyrettiğimiz okul bahçemiz, tam bir şantiyeye dönmüş...
“İlân... Yarın cuma namazından sonra...”
Ses, Tepe’nin üzerine kurulmuş evlerde, sokaklarda, meydanlarda yankılanıyor. Bir zamanlar -elimde çanta, üzerimde siyah önlük, beyaz yakalık- hiç soluk almadan çıktığım Tepe’ye; zorlanarak, ara ara nefesim tıkanarak, biraz da heyecanlanarak çıkıyorum bu kez. Bakımsızlıkları hallerinden belli olan akasyaları, kavakları, suyu akmayan taşı kırılmış çeşmeyi görünce içim cız ediyor. Tavanı, pencereleri, kapıları sökülmüş; dört duvarı yarı bellerine kadar yıkılmış okulumuz, baykuşlar yurduna dönmüş. Kırık kerpiç, sıva, kiremit, çürük tahta kokularının arasından o kokuyu, sınıfımın kokusunu alıyorum. Karatahta, silgi, tebeşir, kitap, defter... Gözlerim yaşarıyor... Boncukları, bilyeleri zıp zıp zıplattığımız lojmanın balkon mozaiği kazık kuzuk olmuş. Alt taraftaki söğütlerin arasından geçen trenlere, daha ötedeki gölün akında yüzen kayıklara baktığımız; akarlardan gelen tokaç seslerini, leğen tangırtılarını dinlediğimiz tarafta kiremitler yığılı. Aylı, aysız yaz gecelerinde sırtüstü yatıp da cingirdeşen yıldızları seyrettiğimiz okul bahçemiz, tam bir şantiyeye dönmüş...
Bir yel çıkıyor; duvar dibinden kâğıtlar,
defter yaprakları hışırdıyor. Kitaplar, dosyasından çıkmış evraklar savruluyor
etrafa. Önüme düşüyor cildinden kopmuş bir yaprak. Eğilip alıyorum yerden. Bir
Türkçe kitabından olmalı... Sayfanın üst kısmında gri gökyüzü, gökyüzünün
ortasında bir küme ak bulut... Ak bulutu kanatlandırmış hafif bir rüzgâr. Alt
tarafta ise elini kaldırmış bir çocuk
-sekiz on yaşlarında- sesleniyor:
“Seni ne kadar da özlemişiz
Bunca zamandır neredeydin
Beyaz bulut?
Sensiz güzel değildi bu gökyüzü
Bu güneş, bu yıldızlar...
N’olur gitme artık başka yere
Sen hep üstümüzde kalmalısın
Bahçemizde bahar
Penceremizde rüzgâr
Çocuğun bakışlarına takılıp kalıyor gözlerim.
Göz pınarlarımda donup kalıyor iki damla yaş. Kâğıdı katlayıp cebime koyuyorum.
Yarın cuma namazından sonra ihalede fiyatı
artıranlar, işe yarar dedikleri bu tahtaları, kiremitleri, kapıları,
pencereleri alıp götürecekler. Belediye dozeri çıkıp gelecek sonra, duvarları
bir bir indirecek yere. Saatlerce gidip gelecek enkazın üzerinden. Sonunda daha
bir dümdüz olacak Tepe’nin düzlüğü.
Belki yeniden ağaçlar dikilecek her gün, her
saat esintisi eksik olmayan bu Tepe’ye. Çamlar, meşeler, sedirler dikilecek;
türlü türlü çiçekler, çimenler... Belki ortada havuz olacak; balıklar, ördekler
yüzecek içinde. Renkli ampuller yanacak havuzun etrafında geceleri. Şarkılar,
türküler dinleyecekler; çaylarını yudumlarken gençler, sevdalılar...
Belki bir zaman geçecek, daha büyük dozerler
gelecek. Tepe’nin üzerinde cami, belediye binası, evler, dükkânlar -ne varsa-
yerle bir... Günlerce taşınacak enkazlar damperli arabalarla, gölcük
çukurlarına.
Sonra gözlüklü beyler, aydınlık yüzlü
bayanlar çıkıp gelecekler. Ellerinde kitap, defter, cetvel, metre... Ölçüp
biçecekler Tepe’yi. Minnacık kazmalarıyla, süpürgeleriyle girişecekler bir uçtan.
Aylarca, yıllarca bıkıp usanmadan iğneyle kuyu kazacaklar. Sonunda altını,
üstüne getirecekler Tepe’nin. Böylece toprak, binlerce yıllık özlemine kavuşurken;
tüm gizler de ortaya çıkacak bir bir...
İyi ama, şu an havada asılı kalan bizim
çocukluğumuzu zaman, hangi bilinmezlere savuracak? Kimler bilecek bizim de bir
zamanlar bu Tepe’de bayraklar dalgalandırdığımızı, uçurtmalar uçurduğumuzu?
IŞIKLAR İÇİNDE YATAN BİR IŞIK
Efendiim; ben diyeyim sizin oralarda, sen de ki bizim bu taraflarda; yani dünyanın bir köşesinde, cennetin de cenneti bir cennet varmış.
Dört güzel insan varmış...
Efendiim; ben diyeyim sizin oralarda, sen de ki bizim bu taraflarda; yani dünyanın bir köşesinde, cennetin de cenneti bir cennet varmış.
Kış kapıdan çıkınca hava bir açar, bir
kaparmış orda. Ardından da bereketli yağmurlar yağarmış. Ekinler, haşhaşlar boy
atarmış tarlalarda. Bahçe temellerinde, hendek kenarlarında; ısırganlar,
patlaklar, kabalaklar, türlü türlü -dikenli dikensiz- otlar bitermiş. Kavaklar,
cevizler yeşil yeşil sülüklenirmiş*
sonra. Yerin göğün arısı, böceği -o çiçek, bu çiçek- vızıldar gezerlermiş
bahçelerde. Sonra da kirazerdirenler*
çıkar gelirmiş başka diyarlardan. Öterlermiş:
“Hüb-büük! Hüb-büük!”Onlar öttükçe de
Ziya’nın mübarek ellerine alaca düşermiş...
Derken efendim,-söyleyenlerin yalancısıyım- Paris’ e, Londra’ya yılın on iki ayı kiraz gelirmiş dünyanın dört bir yanından. Ama yiyenler, “İlle de Akşehir’in kirazı...” derlermiş. Eh, hal böyle olunca, daha bir sevgiyle kucaklanırmış ağaçlar; rengi al, tadı bal napolyonlar; daha bir okşana okşana, daha bir öpe koklana toplanırmış. Sonra da insanlar muratlarına ererlermiş. Çiçekli kiraz dalları gibi bakışırlarmış birbirlerine. İçlerinden kimileri de başlarını kaldırırmış göğe. Gökte ise ışıktan bir kerevete çıkan Ziya, onlara bakarmış bakarmış da; sevinçten, mutluluktan güleceğini tutamazmış...
İMECE
Cennetin de cenneti o köyde bazen, tellalın, “A’halileeer!” diye seslenişi gelirmiş kulaklara. Tam da akşam yemeğinin yendiği saatlerde... Siniye, tabaklara değen kaşıkların tıngırtısı, dudakların şapırtısı, tık, kesilirmiş o an...
Derken efendim,-söyleyenlerin yalancısıyım- Paris’ e, Londra’ya yılın on iki ayı kiraz gelirmiş dünyanın dört bir yanından. Ama yiyenler, “İlle de Akşehir’in kirazı...” derlermiş. Eh, hal böyle olunca, daha bir sevgiyle kucaklanırmış ağaçlar; rengi al, tadı bal napolyonlar; daha bir okşana okşana, daha bir öpe koklana toplanırmış. Sonra da insanlar muratlarına ererlermiş. Çiçekli kiraz dalları gibi bakışırlarmış birbirlerine. İçlerinden kimileri de başlarını kaldırırmış göğe. Gökte ise ışıktan bir kerevete çıkan Ziya, onlara bakarmış bakarmış da; sevinçten, mutluluktan güleceğini tutamazmış...
İMECE
Cennetin de cenneti o köyde bazen, tellalın, “A’halileeer!” diye seslenişi gelirmiş kulaklara. Tam da akşam yemeğinin yendiği saatlerde... Siniye, tabaklara değen kaşıkların tıngırtısı, dudakların şapırtısı, tık, kesilirmiş o an...
“Duyduuuk, duymadııık; demeyiiin!
Yarııın, su hendeği temizleneceeeek!
Her evdeeen, birer kişi katılacaaak!
Katılmayanlaraaa, ceza kesileceeek!
Duyduuuk, duymadııık; demeyin, haaa!”
İşte, imece duyurusu böyle yapılırmış o yaz
gecelerinde.
Sabah olunca imececiler köyün meydanında
toplanır -başlarında Muhtar Nuri Amca, azalar, korucular- düşerlermiş yola.
Ellerinde kazma, kürek, bel, orak... Taa, mor, yeşil kadifeli dağın böğründeki
Şahan Taşı’ndan başlarlarmış da köye kadar, köyün alt taraflarına kadar uzanan
su hendeğini bir güzel temizlerlermiş. Hem de bu iş onlara düğün bayram gibi
gelirmiş.
Bir gün demiş ki muhtar, “Uzayıp giden bu
şehir yolu, pek çıplak... Bu Beşir merası, bu kerpiç çukuru, istasyona giden bu
yol neden bomboş? Kavaklar dikelim sağlı sollu. Dikelim de, o yollarda insanın
yürüdükçe yürüyesi gelsin. Yaz sıcağında çalışıp yorulanlar, o kavakların serin
gölgelerinde bir güzel dinlensin...”
Böyle der demez; köylülerde bir gayret, bir
neşe... Günlerce sürmüş bayram havası. Acı baharda kalem kalem dikilmiş o kavak
fidanları. Birer metre arayla, binlerce...
Bir başka gün demiş ki muhtar, “Bu su iyi,
temiz; insanın içtikçe içesi geliyor. Köyümüzün meydanına, ne de güzel
yaraşır...”
Eh, durur mu köylüler; Şahan Deresi’nden
başlamışlar kazmaları vurmaya. Aylarca sürmüş hendeğin kazımı. Kilometrelerce
demir boru döşenmiş açılan hendeğe. Ve o kutlu gün gelince, iki eğri borudan
akan suyun şarıltısına, alkış sesleri karışmış. Öyle bir bayrammış ki o gün,
Korucu Güdük Hasan’ın tuttuğu şanlı bayrak, daha bir coşkuyla dalgalanmış.
Yine bir başka gün gök boncuklu atları, ay
boynuzlu öküzleri sefere koydurmuş Muhtar. O güzel hayvanların koşulduğu
arabalarla günlerce taş, kerpiç, dal, kiremit çekilmiş. Gün gelmiş, becerikli
ustaların ellerinde yükselmiş o güzelim iki yapı. Muhtar binaların yapımından
sonra defalarca vilayete gidip gelmiş.
Ama muradına da ermiş: Bir gün, pırıl pırıl eğitmenlerle köye çıkagelmiş.
Demircilik, marangozluk öğretilmiş o binalarda köyün gençlerine. Genç kızlara
da dikiş nakış... Aylarca esen bayram havası, ‘altmış’ın hıdrellezinde daha da
katmerlenmiş. Kızlar, çiçek açan patiskaların, etaminlerin ardında dururlarken
daha bir güzelleşmişler. Delikanlılar yaptıkları kazmaların, küreklerin;
masaların, taburelerin başında dururlarken daha bir ağızları kulaklarındaymış.
Çünkü Konya Valisi, “Aferin!” demiş onlara.
Muhtar mı? O hep valinin yanında imiş gün
boyu. Üzerinde beyaz bir gömlek, ütülü pantolon; saçları da bir güzel taralı...
Hem de Vali’den daha gururlu, daha yakışıklıymış...
Aradan yıllaar yıllar geçmiş. Bir zamanların
kavaklı yolları, asfalt olmuş. Ama, yel estikçe gelin gibi salınan o
kavaklardan eser kalmamış.
Bir zaman daha geçmiş, “A’halileeer!” diye
başlamaz olmuş duyurular. Ses yükseltenler çıkmış, ceryanlı... “İlân!” diye
başlıyormuş duyurusuna artık belediye görevlisi. Ne yazık ki çocukların yaptığı
tellal taklitleri de anılarda kalmış...
“A’halileeer!
Duyduuuk, duymadııık; demeyiiin!
Akşam olduuu!
Evli, evineee; köylü, köyüneee!
Evi olmayanlarııın, çomak belineee!..”
________________
*Nuri Sarı: Ellili altmışlı yıllarda birkaç dönem muhtarlık yapmış;
köyün ekonomik, sosyal ve kültür
yönden gelişmesinde büyük çabaları olmuş bir güzel insan
“GARA ÖĞRETMEN”MİŞ ADI
Kravat, kalem, bayrak, karatahta, kitap bir insana ancak, bu kadar yakışırmış... “Gara Öğretmen”miş adı. Konya’nın ta, öbür ucundan -Ermenek’ten- dağları, ovaları aşa aşa çıkıp gelmiş o güzel köye.
Minnet borcu varmış üzerinde. Çünkü o,
Toroslar’ ın böğründe ufacık, yalnız bir kaya parçası gibi dururken; nereden
gelip, nereye gittiğini bilmezken; devlet baba köylerden topladığı çocukların
arasına onu da katmış. Yalın ayak, başıkabak girdiği okulda karnı doymuş yıllarca;
sırtı urba görmüş. Gün gün kafası aydınlanmış; insanı, doğayı öğrenmiş.
İnsanın, doğanın güzelliklerini; alın terini, emeği, üretmeyi, bölüşmeyi daha
bir kavramış. Günü gelince de devlet baba, bavulunu eline vermiş, “Haydi,”
demiş ona, “daha, köyün orda, çocukların orda; öde bana olan borcunu...”
Geliş, o geliş... Işığı olmuş senelerce o
köyün. Onun sayesinde elleri kırılmış çocukların, dilleri menevişlenmiş. Etrafı
daha bir görür olmuşlar. Ağaçları, çayları, dereleri, kırları, bağları,
bahçeleri, tarlaları, meraları, şose boylarını, tren yollarını, mavi bir
gökyüzünü andıran gölü, gökteki güneşi, yıldızı, ayı daha bir tanımış, onları
daha bir sever olmuşlar. Mürekkep kokusu, karne kokusu sinmiş içlerine. Kitap,
gazete, dergi okudukça ufukları daha bir genişlemiş, ufukların daha daha
ötelerini hissetmişler.
Orayı kendi köyü bilmiş, oradan evlenmiş. Bir
oğlu olmuş. Öz yurdunun dağlarının anısına, “Yalçın” koymuş adını. Kızı olmuş
bir de, kavuşmuş “Emel”ine...
Öyle bir minnet borcu imiş ki boynundaki, ilk
günkü heyecan hiç bitmemiş. Üstünde beyaz gömlek, her gün tıraş, siyah saçlar
her gün pırıl pırıl; tertip, düzen... Şekermiş, balmış gözünde herkesin.
Ve alın teri, sabır sonunda meyvelerini
vermiş. Dünün o küçücük çocuklarından kimileri polis olmuş, kimileri ebe,
hemşire, kimileri de öğretmen, mühendis, subay, astsubay...
Bir gün acıların en büyüğü çalmış kapısını
Gara Öğretmen’in: Felek, Yalçın’ını almış elinden... Evlat acısı yiyip
bitirmiş; koca köy ona, günden güne dar gelmeye başlamış artık...
Bir gece rüyasında Yalçın’ı görmüş.
Sıkıntılar içindeymiş oğulcuğu. Gördüğü düşü yorunca daha da büyük acılara
belenmiş yüreciği. Derken, yorduğu düş üzerine, kalkıp meraların en güzelinin
başına bir güzel çeşme çıkartmış. Kana kana içmiş şarıl şarıl akan sudan. Sonra
da göçünü sarıp düşmüş yola. Gidiş, o gidiş...
Yıllaar yıllar geçmiş aradan. Cennetin de cenneti o köyde erikler çiçeğe durunca; öğretmenler, okul çocuklarını yine kır gezisine götürürlermiş. Dört bir yanını menekşelerin, papatyaların bürüdüğü çayırlıkta, deli taylar gibi koşuşurlarmış çocuklar. Top oynarlar, ip atlarlar, ağaç dallarına kurdukları salıncaklarda sallanırlarmış. Gün tepeye dikilince de azık çıkıları açılırmış, ağaçların altlarında. Annelerin yaptıkları o güzelim börekler, çörekler ortaya konur; top yumurtalar, katıklar, peynirler, üzerilerine yeşil soğanlar doğranıp dürüm edilirmiş. Tabii, kuşlar, karıncalar, böcekler de nasiplenirlermiş yiyeceklerden... Susayınca da Yalçın Çeşmesi’nde alırlarmış soluğu çocuklar. Eğri boruya ağızlarını dayayıp kana kana içerlermiş akan sudan.
Yıllaar yıllar geçmiş aradan. Cennetin de cenneti o köyde erikler çiçeğe durunca; öğretmenler, okul çocuklarını yine kır gezisine götürürlermiş. Dört bir yanını menekşelerin, papatyaların bürüdüğü çayırlıkta, deli taylar gibi koşuşurlarmış çocuklar. Top oynarlar, ip atlarlar, ağaç dallarına kurdukları salıncaklarda sallanırlarmış. Gün tepeye dikilince de azık çıkıları açılırmış, ağaçların altlarında. Annelerin yaptıkları o güzelim börekler, çörekler ortaya konur; top yumurtalar, katıklar, peynirler, üzerilerine yeşil soğanlar doğranıp dürüm edilirmiş. Tabii, kuşlar, karıncalar, böcekler de nasiplenirlermiş yiyeceklerden... Susayınca da Yalçın Çeşmesi’nde alırlarmış soluğu çocuklar. Eğri boruya ağızlarını dayayıp kana kana içerlermiş akan sudan.
Bazen, traktörler yanaşırmış çeşmeye.
Kirazların, vişnelerin dallarına sular yürürken, bir de meyvelere alaca
düşerken... Arkalarında ilaçlama makineleri olurmuş traktörlerin. Çeşmenin
hüdüsüne hortumlar salınıp da sular gürül gürül çekilirken, sigaralar yakılır,
sohbetler koyulaşırmış.
Bazen de çobanlar sığırları, koyunları
çeşmeye getirirlermiş. Hayvanlar su içerken, onlar da çomaklarına dayanır
-dudaklarında ıslık- dalar giderlermiş kendi dünyalarına.
Susadıkça ötleğenler* kargalar, saksağanlar da gelip
konarlarmış hüdünün kenarına. Bir su içer,
bir bakarlarmış havaya; bir su içer, bir bakarlarmış etraflarına...
FINDIK MEVLÜT
Yıldızların bol olduğu bir yaz ucu gecesinde, toprak damlarında Fındık Mevlüt, beklemiş bacalarını kuş yüreğiyle.
FINDIK MEVLÜT
Yıldızların bol olduğu bir yaz ucu gecesinde, toprak damlarında Fındık Mevlüt, beklemiş bacalarını kuş yüreğiyle.
Köyün tüm çocukları girerken tatlı düşlerin
bir kapısından bir kapısına; damlarında Fındık Mevlüt, karşılık vermiş kör
yazgıya, karanlığa çarpa çarpa...
İliklere işleyen seher yeli esmiş, buz...
Damlarında Fındık Mevlüt, beklemiş is kokan bacalarını, beklemiş gözü
tetikte... Konup da bacalarına ölet kuşu, ötmesin diye...
Dağın ardına doğru akmış parlak bir yıldız, arkasında
ışık seli... Derken, cayırtılar içinde göçmüş evin direği...
Etrafı saran yeşil ot kokularının duyulmadığı
kuşlukta, ırlana ırlana götürülürken baba iki kavak dikeçliğinin ardında, şaşıp
kalmış Fındık Mevlüt...
Babanın ardından ana, kuş olup öterken çığlık
çığlık, ağaç olup dökerken yaprak; şaşıp kalmış Fındık Mevlüt...
Kuş yüreği erirken, çocuk aklı bilememiş bir
oyuna geldiğini...
Terkisine almış da çocukluğumu
_______
*Fındık Mevlüt: Genç yaşta ölen Sevgili Mehmet Özçelik’in oğlu
Terkisine almış da çocukluğumu
Dörtnala sürüyor atını zaman...
CİLVE
Hikâye dendikçe kahve gelir aklıma. Bayağı içtiğimiz kahve... Ocaktan yenice indirilmiş, dumanı üstünde, köpüklü… Çay, tarçın ya da ıhlamur falan değil; hep kahve... Acaba bu durum, her iki sözcükte bulunan ortak seslerin bir cilvesi midir?
Kahve, der demez de o ihtiyar, zihnimde oluşan tabloda yerini almış olur: Mindere bağdaş kurmuş; önünde tabaka, kül tablası, bir elinde ağızlık, ağızlığın ucunda tellendirdiği sigara, öteki elinde ise kahve fincanı... Kahve, tabii ki dumanı üstünde ve köpüklü… Bir de ak sakallı, mavi gözlü ihtiyarın dudakları hafif aralı…
Öykü sözcüğünü ilk duyduğumda ise zihnimde belireni pek bir şeye benzetememiştim. Sona sonra, öykü dendikçe aklıma heybe gelmeye başladı. Hem de yol yol yeşil, kırmızı, siyah çizgileri olan kilim desenli bir heybe… Tabii, heybe denince de o perşembe günleri...
Babam her perşembe şehrimizin pazarına giderdi. Satılacak ya da alınacak bir şey olsun olmasın, yaz kış hiç sektirmez, düşerdi yola. O hafta bir şey satılacaksa eğer, telâş çarşambadan başlardı evde. Mevsimine göre buğday, fasulye, nohut, biber, patlıcan veya taze fasulye çuvallara, keselere doldurulur; köyün kamyonlarından birine yüklenirdi. Bazen de çuvalladığımız mallar at arabamızla götürülürdü pazara. En büyük ağabeyimle amcam horozlar ötmeden yola çıkarlardı. Babam ise her zaman malın ardından, kapalı Austin’le giderdi şehre.
Çarşamba akşamları yemekten sonra bir başka fasıl başlardı evde. Babam nerelere uğrayacağını, kimleri göreceğini, neler alacağını bir bir sıralardı. Aklındaki defterin sayfalarını çevirdikçe buğday pazarı, Rüştü Bey’in Han, çarşı, arasta; Arabacı Hüsamettin, Ökesli, Fasulyeci Nuri sözcükleri dökülürdü ağzından. Anam, arada söze girer, “Çocukların pantuluna süvarilik lâzım,” derdi. “Peynir mayasını unutma... Çıktıysa yenidünya al…”
Onların konuşmalarını dinledikçe ben de babamla şehre gidecekmişim gibi bir hisse kapılırdım. Austin, şose boyları gelirdi gözümün önüne. Karşıdan gelen kırmızı boyalı Man kamyonları, kapalılar, taksiler; şehrin renk renk boyalı evleri, geniş geniş yolları; yollarda giden bisikletler, lakır lakır geçen faytonlar, tek arabalar...
Sonra, çarşı... Cicili bicili, yanardönerli bir dünyaydı orası: sıra sıra dükkânlar, dükkânların camekânlarında helvalar, zeytinler, makarnalar, kadayıflar; cam kavanozlarda kâğıtlı şekerler, akideler, susamlılar...
Hele hele, oyuncaklar geçerdi gözümün önünden: çeşit çeşit naylon arabalar, düdükler, teneke borazanlar, kamış kavallar, yanardönerli cam bilyeler, rüzgâr estikçe cırıl cırıl öten cırcırkuşları, naylon toplar, lastik toplar, topaçlar...
Bir de fırınlar gelirdi aklıma; somun, simit, etlekmek kokularını duyar gibi olurdum.
Babam kahveye gidince anamın yanına sokulup, “Canım anam, babama söyle, yarın beni de götürsün şehre!” derdim. “Beni de, beni de!” derdi küçüğüm hemen. Ardından büyüğüm atılır, “Daha geçen gittiniz, sıra bende!” deyip öncelik sağlamaya çalışırdı kendine. “Hangi birinizi götürsün,” derdi anam, “hangi birinizi!” İçim den bir şeylerin koptuğunu hissederdim o lâfı duyunca, üzülürdüm. Nedense, kardeşlerim adına da üzülürdüm.
Sabah evcek ayakta olurduk. İçimizden biri gidip arabadan yer kapardı babama. Belki götürür diye, bu işin gönüllüsü en çok da ben olurdum. Köyün meydanında duran Austin’e koşa koşa gider; yeşil boyalı, burunlu o arabanın, mümkün olduğu kadar ön tarafından kapardım yeri. Pazara gidecek köylüler -ellerinde sepet, torba, heybe- tek tek binerlerdi arabaya. Yolcular çoğaldıkça konuşmalar da çoğalır; ağızlardan dökülen aldım, sattım; fasulye, nohut, yumurta, yoğurt; çarşı, pazar, borç, harç sözcükleri birbirine karışırdı.
Sonra, kolunda heybeyle, babam çıkar gelirdi. Yerine otururken, “Hadi, git eve,” derdi. İnerdim aşağıya; ancak gitmezdim. Araba hareket edinceye kadar, gözlerim camda, bekler dururdum orada. Hani, bir baksın; bakışlarımdan, yüzümün şeklinden bir anlayıversin; bir işaret, şöyle eliyle, hadi gel bakalım, dercesine bir işaret... Bakmazdı. O an orada beklediğimin farkında mı olmazdı, yoksa içimden geçenleri bilirdi de mi bakmazdı; kahrolurdum. Yanındakilerle konuşur dururdu hep. Araba, har har çalışır; şoförle muavin ise aşağıda, belki bir iki müşteri daha, deyip beklerlerdi. Onlar bekledikçe de şehre gitme umudum yanar dururdu içimde. ‘Belki,’ derdim içimden, ‘belki...’ Arabanın önüne geçerdim bu kez, bakışlarımı ön camdan ayırmazdım. Göz göze gelir gelmez eliyle, git, derdi babam. O anda da içimdeki kandilin alevi söner atardı. Şoför, muavin... bir de bakardım, harıldar giderdi araba. Egzoz dumanları, gittikçe uzaklaşan dü-düt sesleri içinde kalakalırdım. Ağlamamak için zor tutardım kendimi, kös kös çıkar varırdım eve.
Eve varınca daha beter şeyler yaşardım. Belli etmemeye çalışsam da kardeşlerim bakışlarımdan, dudaklarımın kıpırdayışından anlarlardı içimden geçenleri. “Nasıl bi!..” derlerdi. “Gidemedin işte, nasıl bi!..” Kendimi daha fazla tutamaz, başlardım ağlamaya. Kapıları tekmeler, duvarları yumruklardım. “Gitmeyeceğim işte!” derdim. “Bahçenize de gitmeyeceğim, tarlanıza da! Kim beklerse beklesin bakalım kirazınızı! Kuşlar bitirsin de görün gününüzü!” Böyle derdim; ama öfkem çabuk geçer, elimde azık çıkınım, tutardım bahçenin yolunu; ya da köyün çıkışında, öküzlerin ardına düşmüş bulurdum kendimi.
Yazın neyse de hani o, dan demeden akşam oldu, dediğimiz kışın bile, eğer günlerden perşembe ise, öğle olmak bilmezdi. Bahçede, tarlada iş mi görüyorum; ağaca, kuşa, ota çöpe mi kaptırmışım kendimi; ya da okulda derste miyim; aklımın bir köşesinde hep şu soru olurdu: ‘Babam bugün pazardan ne getirecek?’ Güneş tepeye dikildi mi, isterse oyunların en tatlı yerinde olalım, babaları pazara giden biz çocuklar soluğu köyün girişinde alırdık. Ak dutun altındaki kütüklere, dallara oturur; beklerdik Austin’i. Hem de hacı bekler gibi... İlerdeki bükten çıkıverince o yeşil araba, nasıl heyecanlanır, nasıl sevinirdik; kuşlar gibi nasıl çığrışırdık...
İlk sefer, çok kalabalık olurdu. Araba yaklaştıkça daha da artardı heyecanım. Bakışlarımı camlara yöneltir, yolcuların içinde babamı arardım. Çoğunlukla seçemezdim onu. Bu kez de arabanın üstü-ne, bagaja kaydırırdım bakışlarımı. Onca sepetin, sandığın, kesenin arasından görünüverirdi heybemiz. Araba, ardında bir toz bulutu bırakarak geçer giderdi önümüzden. Koşardık arkasından. Kimimiz basamaklarından, tamponundan yapışırdık; kimimiz de yakalayamaz, tozun, egzoz dumanlarının içinde nefes nefese kalırdık.
Araba meydanda durunca ortalık ana baba gününe dönerdi. İnen yolcular, onları karşılayan çocuklar; torbalar, keseler, sepetler... Muavin yukarıdan bagajdaki eşyaları tek tek salladıkça, eller uzanırdı aşağıdan. Sıra heybemize gelirdi. O an babam tutamayıp da heybe yere düşecek, ya da içindekiler patır patır dökülecek diye aklım giderdi. Bu duyguyu her seferinde yaşardım, neyse ki korktuğum başıma gelmezdi. Babam omuzlayınca heybemizi, oh, derdim içimden. Elim babamın elinde, ağzım kulaklarımda; tutardık evimizin yolunu.
Eve varınca kapılarda, merdivenlerde karşılanırdık. Hanaya toplaşırdık evcek. Babam başköşedeki mindere oturup soluklanırken; anam heybeyi önüne çeker, her bir gözünden teker teker çıkarırdı alınanları.
Ne çok şey alırdı o heybenin gözleri, ne çok şey... Bazen her birimize -Faruk’a, Hasan’a, Mehmet’e, Ahmet’e, Musa’ya- birer şapka çıkardı içinden. Ablamız Emine’ye de eşarp... Bazen de mest, ya da lastik ayakkabı... Hemen bilirdim benim için alınmış olanı; duruşundan, bakışından anlardım. Bağrıma basıp nasıl öperdim, nasıl okşardım onları; sonra o çorapları, o bağrı kuşlu fanilaları; hele hele o kitapları, o boya kalemlerini...
Mevsim yaz başlarıysa sebzeler çıkardı heybenin gözlerinden: mor mor patlıcanlar, kırmızı kırmızı domatesler, yeşil yeşil hıyarlar... Anam adam başı birer dağıtırdı hıyarları. Hak geçmesin diye biz çocuklara aynı büyüklüktekileri vermeye çalışır, küçüklerini babamla kendisine ayırırdı. Belli etmemeye çalışsa da, anlardık bunu. Hıyarları yemeden önce uyarırdı anam; “Şifa niyetine, deyin,” derdi. Anlamını bilmediğim, bir dua imiş gibi algıladığım bu sözü, tam olarak söyleyemezdim ben; “Şifaniye...” der kalırdım. Ancak, öyle söylesem de Allah kabul eder, diye düşünürdüm. Bazen unutup, o sözü söylemeden de hıyarı ısırdığım olurdu. Bir suç işlemişim duygusuna kapılırdım o an. Zira “Şifa niyetine” demediğim için, o yıl ekilen hıyarlarımızın çıkmayacağını sanırdım. Tabii bozuntuya vermez, yemeyi sürdürürdüm. Hatır hatır ısırdıkça taze hıyar kokusu yayılırdı hanaya.
Bazen de irice bir karpuz kütelenir gelirdi heybenin gözünden. Bıçak getirilirdi hemen. Ortasından atınca bıçağı, boydan boya kütürderdi karpuz. O an nefesler tutulur, her bir şak birer yana devrilince, “Ergiin!” derdik hep bir ağızdan; gülüşürdük. Bazen ham çıkardı karpuz; üzülürdük elbet. Ama yine de iyimserliği elden bırakmaz, “Ak ergin, ak ergin!” derdik. Anam karpuzu dilimlerken dizinin dibine sokulur, “Enli dil, ciğerim anam enli dil,” derdim. “Ölçümü kaçırtacaksın, bi dur!” derdi anam, kızardı. Küserdim hemen. Çünkü ensiz dilimlenmiş karpuz kabuğu ipe bağlanıp çekildikçe yıkılı yıkılıverirdi; enli ise yıkılmazdı, üstelik içi daha çok toprak alırdı. Anam halime dayanamaz, çareyi babamın payı ile kendi payını birleştirmekte bulurdu. Karpuzumu yedikten sonra, elimde kabuk, ip, boylardım sokağı.
Soğuk, karlı kış günlerinde ise sobalı odada toplaşırdık. Babam yine minderde, heybe yine ortada... Bu kez her bir gözden, kesekâğıtları içinde leblebiler, kuru üzümler çıkardı; iğdeler, fıstıklar, kaba şekerler... Avuç avuç üleştirirdi anam. İncir ya da kestane olursa, sayıyla, beşer beşer, altışar altışar... Bazen de top top portakallar yuvarlanır gelirdi heybenin gözünden. Kalın kabuklu yafalar, adam başı birer... Soydukça türüm türüm portakal kokusu yayılırdı odaya. Adını duyduğum o diyarları, Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı, canlandırmaya çalışırdım zihnimde: turuncu turuncu evler, sokaklar; turuncu turuncu köyler, kentler, kasabalar...
Derken, yükünden kurtulan heybemize kayardı bakışlarım. Onu yine ortada, yorgunluktan öylece yığılıp kalmış görürdüm. Neden sonra anam, o güzel heybemizi -her bir gözünü okşar, sıvazlar- ikiye, dörde katlayıp yüklüğe koyardı. Ta, gelecek perşembeye kadar...
Başta da demiştim ya; ne çuval, ne torba, ne kese; öykü denince, hep, o heybemiz canlanır zihnimde.
Sahi, bu neyin cilvesiydi ki? Ya, o perşembelerin tadı, rengi, kokusu...
OYUNCAKÇI DEDELER
Martın başlarında karlar alıp başını giderdi dağ başlarına. Güneş türlü türlü ışıklarını saldıkça doğa çıtırdamaya başlar; toprağa, ota çöpe can gelirdi. Leylekler görülürdü havada; kırlangıçlar, cimbeyler*, ötleğenler... İhtiyarlar, kadınlar bağırlarını güneşe verip çömelirlerdi duvar diplerine. Baharın tatlı çıtırtısını kemiklerinde duyarlardı.
Hikâye dendikçe kahve gelir aklıma. Bayağı içtiğimiz kahve... Ocaktan yenice indirilmiş, dumanı üstünde, köpüklü… Çay, tarçın ya da ıhlamur falan değil; hep kahve... Acaba bu durum, her iki sözcükte bulunan ortak seslerin bir cilvesi midir?
Kahve, der demez de o ihtiyar, zihnimde oluşan tabloda yerini almış olur: Mindere bağdaş kurmuş; önünde tabaka, kül tablası, bir elinde ağızlık, ağızlığın ucunda tellendirdiği sigara, öteki elinde ise kahve fincanı... Kahve, tabii ki dumanı üstünde ve köpüklü… Bir de ak sakallı, mavi gözlü ihtiyarın dudakları hafif aralı…
Öykü sözcüğünü ilk duyduğumda ise zihnimde belireni pek bir şeye benzetememiştim. Sona sonra, öykü dendikçe aklıma heybe gelmeye başladı. Hem de yol yol yeşil, kırmızı, siyah çizgileri olan kilim desenli bir heybe… Tabii, heybe denince de o perşembe günleri...
Babam her perşembe şehrimizin pazarına giderdi. Satılacak ya da alınacak bir şey olsun olmasın, yaz kış hiç sektirmez, düşerdi yola. O hafta bir şey satılacaksa eğer, telâş çarşambadan başlardı evde. Mevsimine göre buğday, fasulye, nohut, biber, patlıcan veya taze fasulye çuvallara, keselere doldurulur; köyün kamyonlarından birine yüklenirdi. Bazen de çuvalladığımız mallar at arabamızla götürülürdü pazara. En büyük ağabeyimle amcam horozlar ötmeden yola çıkarlardı. Babam ise her zaman malın ardından, kapalı Austin’le giderdi şehre.
Çarşamba akşamları yemekten sonra bir başka fasıl başlardı evde. Babam nerelere uğrayacağını, kimleri göreceğini, neler alacağını bir bir sıralardı. Aklındaki defterin sayfalarını çevirdikçe buğday pazarı, Rüştü Bey’in Han, çarşı, arasta; Arabacı Hüsamettin, Ökesli, Fasulyeci Nuri sözcükleri dökülürdü ağzından. Anam, arada söze girer, “Çocukların pantuluna süvarilik lâzım,” derdi. “Peynir mayasını unutma... Çıktıysa yenidünya al…”
Onların konuşmalarını dinledikçe ben de babamla şehre gidecekmişim gibi bir hisse kapılırdım. Austin, şose boyları gelirdi gözümün önüne. Karşıdan gelen kırmızı boyalı Man kamyonları, kapalılar, taksiler; şehrin renk renk boyalı evleri, geniş geniş yolları; yollarda giden bisikletler, lakır lakır geçen faytonlar, tek arabalar...
Sonra, çarşı... Cicili bicili, yanardönerli bir dünyaydı orası: sıra sıra dükkânlar, dükkânların camekânlarında helvalar, zeytinler, makarnalar, kadayıflar; cam kavanozlarda kâğıtlı şekerler, akideler, susamlılar...
Hele hele, oyuncaklar geçerdi gözümün önünden: çeşit çeşit naylon arabalar, düdükler, teneke borazanlar, kamış kavallar, yanardönerli cam bilyeler, rüzgâr estikçe cırıl cırıl öten cırcırkuşları, naylon toplar, lastik toplar, topaçlar...
Bir de fırınlar gelirdi aklıma; somun, simit, etlekmek kokularını duyar gibi olurdum.
Babam kahveye gidince anamın yanına sokulup, “Canım anam, babama söyle, yarın beni de götürsün şehre!” derdim. “Beni de, beni de!” derdi küçüğüm hemen. Ardından büyüğüm atılır, “Daha geçen gittiniz, sıra bende!” deyip öncelik sağlamaya çalışırdı kendine. “Hangi birinizi götürsün,” derdi anam, “hangi birinizi!” İçim den bir şeylerin koptuğunu hissederdim o lâfı duyunca, üzülürdüm. Nedense, kardeşlerim adına da üzülürdüm.
Sabah evcek ayakta olurduk. İçimizden biri gidip arabadan yer kapardı babama. Belki götürür diye, bu işin gönüllüsü en çok da ben olurdum. Köyün meydanında duran Austin’e koşa koşa gider; yeşil boyalı, burunlu o arabanın, mümkün olduğu kadar ön tarafından kapardım yeri. Pazara gidecek köylüler -ellerinde sepet, torba, heybe- tek tek binerlerdi arabaya. Yolcular çoğaldıkça konuşmalar da çoğalır; ağızlardan dökülen aldım, sattım; fasulye, nohut, yumurta, yoğurt; çarşı, pazar, borç, harç sözcükleri birbirine karışırdı.
Sonra, kolunda heybeyle, babam çıkar gelirdi. Yerine otururken, “Hadi, git eve,” derdi. İnerdim aşağıya; ancak gitmezdim. Araba hareket edinceye kadar, gözlerim camda, bekler dururdum orada. Hani, bir baksın; bakışlarımdan, yüzümün şeklinden bir anlayıversin; bir işaret, şöyle eliyle, hadi gel bakalım, dercesine bir işaret... Bakmazdı. O an orada beklediğimin farkında mı olmazdı, yoksa içimden geçenleri bilirdi de mi bakmazdı; kahrolurdum. Yanındakilerle konuşur dururdu hep. Araba, har har çalışır; şoförle muavin ise aşağıda, belki bir iki müşteri daha, deyip beklerlerdi. Onlar bekledikçe de şehre gitme umudum yanar dururdu içimde. ‘Belki,’ derdim içimden, ‘belki...’ Arabanın önüne geçerdim bu kez, bakışlarımı ön camdan ayırmazdım. Göz göze gelir gelmez eliyle, git, derdi babam. O anda da içimdeki kandilin alevi söner atardı. Şoför, muavin... bir de bakardım, harıldar giderdi araba. Egzoz dumanları, gittikçe uzaklaşan dü-düt sesleri içinde kalakalırdım. Ağlamamak için zor tutardım kendimi, kös kös çıkar varırdım eve.
Eve varınca daha beter şeyler yaşardım. Belli etmemeye çalışsam da kardeşlerim bakışlarımdan, dudaklarımın kıpırdayışından anlarlardı içimden geçenleri. “Nasıl bi!..” derlerdi. “Gidemedin işte, nasıl bi!..” Kendimi daha fazla tutamaz, başlardım ağlamaya. Kapıları tekmeler, duvarları yumruklardım. “Gitmeyeceğim işte!” derdim. “Bahçenize de gitmeyeceğim, tarlanıza da! Kim beklerse beklesin bakalım kirazınızı! Kuşlar bitirsin de görün gününüzü!” Böyle derdim; ama öfkem çabuk geçer, elimde azık çıkınım, tutardım bahçenin yolunu; ya da köyün çıkışında, öküzlerin ardına düşmüş bulurdum kendimi.
Yazın neyse de hani o, dan demeden akşam oldu, dediğimiz kışın bile, eğer günlerden perşembe ise, öğle olmak bilmezdi. Bahçede, tarlada iş mi görüyorum; ağaca, kuşa, ota çöpe mi kaptırmışım kendimi; ya da okulda derste miyim; aklımın bir köşesinde hep şu soru olurdu: ‘Babam bugün pazardan ne getirecek?’ Güneş tepeye dikildi mi, isterse oyunların en tatlı yerinde olalım, babaları pazara giden biz çocuklar soluğu köyün girişinde alırdık. Ak dutun altındaki kütüklere, dallara oturur; beklerdik Austin’i. Hem de hacı bekler gibi... İlerdeki bükten çıkıverince o yeşil araba, nasıl heyecanlanır, nasıl sevinirdik; kuşlar gibi nasıl çığrışırdık...
İlk sefer, çok kalabalık olurdu. Araba yaklaştıkça daha da artardı heyecanım. Bakışlarımı camlara yöneltir, yolcuların içinde babamı arardım. Çoğunlukla seçemezdim onu. Bu kez de arabanın üstü-ne, bagaja kaydırırdım bakışlarımı. Onca sepetin, sandığın, kesenin arasından görünüverirdi heybemiz. Araba, ardında bir toz bulutu bırakarak geçer giderdi önümüzden. Koşardık arkasından. Kimimiz basamaklarından, tamponundan yapışırdık; kimimiz de yakalayamaz, tozun, egzoz dumanlarının içinde nefes nefese kalırdık.
Araba meydanda durunca ortalık ana baba gününe dönerdi. İnen yolcular, onları karşılayan çocuklar; torbalar, keseler, sepetler... Muavin yukarıdan bagajdaki eşyaları tek tek salladıkça, eller uzanırdı aşağıdan. Sıra heybemize gelirdi. O an babam tutamayıp da heybe yere düşecek, ya da içindekiler patır patır dökülecek diye aklım giderdi. Bu duyguyu her seferinde yaşardım, neyse ki korktuğum başıma gelmezdi. Babam omuzlayınca heybemizi, oh, derdim içimden. Elim babamın elinde, ağzım kulaklarımda; tutardık evimizin yolunu.
Eve varınca kapılarda, merdivenlerde karşılanırdık. Hanaya toplaşırdık evcek. Babam başköşedeki mindere oturup soluklanırken; anam heybeyi önüne çeker, her bir gözünden teker teker çıkarırdı alınanları.
Ne çok şey alırdı o heybenin gözleri, ne çok şey... Bazen her birimize -Faruk’a, Hasan’a, Mehmet’e, Ahmet’e, Musa’ya- birer şapka çıkardı içinden. Ablamız Emine’ye de eşarp... Bazen de mest, ya da lastik ayakkabı... Hemen bilirdim benim için alınmış olanı; duruşundan, bakışından anlardım. Bağrıma basıp nasıl öperdim, nasıl okşardım onları; sonra o çorapları, o bağrı kuşlu fanilaları; hele hele o kitapları, o boya kalemlerini...
Mevsim yaz başlarıysa sebzeler çıkardı heybenin gözlerinden: mor mor patlıcanlar, kırmızı kırmızı domatesler, yeşil yeşil hıyarlar... Anam adam başı birer dağıtırdı hıyarları. Hak geçmesin diye biz çocuklara aynı büyüklüktekileri vermeye çalışır, küçüklerini babamla kendisine ayırırdı. Belli etmemeye çalışsa da, anlardık bunu. Hıyarları yemeden önce uyarırdı anam; “Şifa niyetine, deyin,” derdi. Anlamını bilmediğim, bir dua imiş gibi algıladığım bu sözü, tam olarak söyleyemezdim ben; “Şifaniye...” der kalırdım. Ancak, öyle söylesem de Allah kabul eder, diye düşünürdüm. Bazen unutup, o sözü söylemeden de hıyarı ısırdığım olurdu. Bir suç işlemişim duygusuna kapılırdım o an. Zira “Şifa niyetine” demediğim için, o yıl ekilen hıyarlarımızın çıkmayacağını sanırdım. Tabii bozuntuya vermez, yemeyi sürdürürdüm. Hatır hatır ısırdıkça taze hıyar kokusu yayılırdı hanaya.
Bazen de irice bir karpuz kütelenir gelirdi heybenin gözünden. Bıçak getirilirdi hemen. Ortasından atınca bıçağı, boydan boya kütürderdi karpuz. O an nefesler tutulur, her bir şak birer yana devrilince, “Ergiin!” derdik hep bir ağızdan; gülüşürdük. Bazen ham çıkardı karpuz; üzülürdük elbet. Ama yine de iyimserliği elden bırakmaz, “Ak ergin, ak ergin!” derdik. Anam karpuzu dilimlerken dizinin dibine sokulur, “Enli dil, ciğerim anam enli dil,” derdim. “Ölçümü kaçırtacaksın, bi dur!” derdi anam, kızardı. Küserdim hemen. Çünkü ensiz dilimlenmiş karpuz kabuğu ipe bağlanıp çekildikçe yıkılı yıkılıverirdi; enli ise yıkılmazdı, üstelik içi daha çok toprak alırdı. Anam halime dayanamaz, çareyi babamın payı ile kendi payını birleştirmekte bulurdu. Karpuzumu yedikten sonra, elimde kabuk, ip, boylardım sokağı.
Soğuk, karlı kış günlerinde ise sobalı odada toplaşırdık. Babam yine minderde, heybe yine ortada... Bu kez her bir gözden, kesekâğıtları içinde leblebiler, kuru üzümler çıkardı; iğdeler, fıstıklar, kaba şekerler... Avuç avuç üleştirirdi anam. İncir ya da kestane olursa, sayıyla, beşer beşer, altışar altışar... Bazen de top top portakallar yuvarlanır gelirdi heybenin gözünden. Kalın kabuklu yafalar, adam başı birer... Soydukça türüm türüm portakal kokusu yayılırdı odaya. Adını duyduğum o diyarları, Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı, canlandırmaya çalışırdım zihnimde: turuncu turuncu evler, sokaklar; turuncu turuncu köyler, kentler, kasabalar...
Derken, yükünden kurtulan heybemize kayardı bakışlarım. Onu yine ortada, yorgunluktan öylece yığılıp kalmış görürdüm. Neden sonra anam, o güzel heybemizi -her bir gözünü okşar, sıvazlar- ikiye, dörde katlayıp yüklüğe koyardı. Ta, gelecek perşembeye kadar...
Başta da demiştim ya; ne çuval, ne torba, ne kese; öykü denince, hep, o heybemiz canlanır zihnimde.
Sahi, bu neyin cilvesiydi ki? Ya, o perşembelerin tadı, rengi, kokusu...
OYUNCAKÇI DEDELER
Martın başlarında karlar alıp başını giderdi dağ başlarına. Güneş türlü türlü ışıklarını saldıkça doğa çıtırdamaya başlar; toprağa, ota çöpe can gelirdi. Leylekler görülürdü havada; kırlangıçlar, cimbeyler*, ötleğenler... İhtiyarlar, kadınlar bağırlarını güneşe verip çömelirlerdi duvar diplerine. Baharın tatlı çıtırtısını kemiklerinde duyarlardı.
Sular yürüyünce dallara, patlakların yeni
sürgünlerinden okluklar keserdik. Bir avuç gövem dikeni, çakı ellerimizden
düşmezdi. Kestiğimiz okluklardan arabalar yapar; boyunduruklarına on beş, yirmi
günlük kedi yavrularını koşardık. Yavrulardan biri bir tarafa asılırdı patlak
arabasını, diğeri öbür tarafa... Araba devrilir; ok, boyunduruk kırılır,
yavrular kaçardı. Gülmekten kırılırdık. Kahkahalarımız karışır giderdi bahar
havasına.
Erik çiçeğinde otlar daha da süyer, tatlı
kabalaklar boylanırdı yaprak yaprak. Ateşler yakardık üçtaş ocaklarda. Konan
tenekeler üzerinde tuzladığımız kabalakları pişirirdik. Yeşil yeşil dumanlar
yayılırdı havaya. Pişen yaprakları yedikçe, baharın tuzlu tadı kalırdı ağızlarımızda.
Bazen bahar yağmurlarının damlası düşmezdi. Gözler her sabah Afyon taraflarına
dikilir, umut bağlanırdı dört top ak buluta. Kaygılar büyürdü yürekte. Belli etmemeye
çalışsa da büyükler; biz çocuklar anlar, düşerdik yola. Kabalaklar, çiçekler toplar;
mor, beyaz leylak dalları koparırdık. Analarının teki ya da ilki güzel kızların
başlarına yapraklardan, çiçeklerden taçlar takar; onları “Yağmur Gelini”
yapardık. Ellerde teneke, tas, torba; dillerde,“Yağ yağ yağmur, teknede hamur…”
sokak sokak, kapı kapı dolaşırdık sonra. Bulgur, yağ, yumurta isterdik. Şeker,
çerez... gönüllerden ne koparsa... “Ver Allah’ım veer, sellice yağmur!” Kapı
önlerinde bazen üstümüze kovalarla, taslarla sular dökülürdü. Islandıkça hem
kaçar, hem gülerdik. Sonunda çıkar gelirdik Dedekavağı’na. Orada ateşler yakar,
üstüne koyduğumuz tencerelerde, topladığımız o bulgurlardan pilav
pişirirdik. Kurduğumuz meydan sofrasında
hep birlikte kaşıkladığımız pilavın kokusu, tüm köyü tutardı. Anaların,
babaların ise ağızları sulanırdı.
Yeşeren söğüt dalları bıçak tutan hünerli ellerimizde, iki dakika
dolmadan düdük olur çıkardı. Öttürdükçe çeşit çeşit sesler kaplardı ortalığı.
Zambakların şerit şerit yeşil yapraklarından fırıldaklar yapardık. Çayırlarda
koşuştukça, ellerimizde güneşin ışıkları parıldardı.
Bir zaman gelir, hübbük kuşları ötmeye başlardı. Onlar öttükçe de kirazlar ererdi. İşte bizler, evlerin en güzelini yapardık bahçelerimizi beklerken. Önce çamurlar karardık yolun toprağından. En iyi kerpiç kalıbı boş kibrit kutusundan olurdu. Taş, değnek, kerpiç, çamur... usta ellerimizde yükselirdi altı samanlıklı, ahırlı; üstü dört göz odalı evler. Önlerinde ise küççe bebekler… Asıl ustalığımız ise, evin yanına fırın yaparken ortaya çıkardı. Değneksiz dayaksız durdurabilmek çamuru, meseleydi ki nasıl... Fırında ateşler yakardık; dumanlar çıktıkça bacadan, güleceğimizi tutamazdık.
Bir zaman gelir, hübbük kuşları ötmeye başlardı. Onlar öttükçe de kirazlar ererdi. İşte bizler, evlerin en güzelini yapardık bahçelerimizi beklerken. Önce çamurlar karardık yolun toprağından. En iyi kerpiç kalıbı boş kibrit kutusundan olurdu. Taş, değnek, kerpiç, çamur... usta ellerimizde yükselirdi altı samanlıklı, ahırlı; üstü dört göz odalı evler. Önlerinde ise küççe bebekler… Asıl ustalığımız ise, evin yanına fırın yaparken ortaya çıkardı. Değneksiz dayaksız durdurabilmek çamuru, meseleydi ki nasıl... Fırında ateşler yakardık; dumanlar çıktıkça bacadan, güleceğimizi tutamazdık.
Sarmaşık dallarından yapardık koşumlarımızı. Yapraklı, beyaz çiçekli
yerlerinden başlıklar olurdu; emen çubuklarından da ok, falaka, kamçı sapı...
Başlarımıza geçirilince püsküllü başlık, her birimiz birer doru at olup
çıkardık. Huylanır, kişnerdik uzun uzun; boğuşur, çifteler savururduk sağa
sola. Zor zaptederdi arabacı. “Biişş!..” der, “hööst!..” der, bi birimize
kamçı, bi diğerimize; cıvılayınca havada ıslık, yola gelirdik. Dizginleri
toparlayınca arabacı... “Haydi yavrum... cıv!.. cıv!..” kanatlanır giderdik.
Bir an gelir, sekmeye başlardık... Arabacı anlardı, asılınca dizginleri,
zınkadak dururduk. Taşa denk gelen parmak kanardı durmadan. Oturup hemen,
toprağın en merhemlisini avuçlardık yerden. Yaranın üzerine sepeler sepelemez,
kan dururdu. Yeniden koşulurduk arabaya. Bir seker, iki seker, yine dörtnala
giderdik.
Terzi dükkânları önünde bekleşirdik bazen. Gözlerimiz makinenin makarasında olurdu. Pedal çevrildikçe makine tıkırdar, fırıl fırıl sağılırdı iplik. Terzi, boşalan makarayı atar atmaz, biz çocuklar kapardık. Sonra da boş lokum, şeker ya da koka kutuları isterdik dükkânlardan. Üç beş karış teli eğip büker; ipler, makaralar... bir de bakardık, tıkır tıkır yürürdü telden arabalar. Sandıklarında toprak, taş...
Terzi dükkânları önünde bekleşirdik bazen. Gözlerimiz makinenin makarasında olurdu. Pedal çevrildikçe makine tıkırdar, fırıl fırıl sağılırdı iplik. Terzi, boşalan makarayı atar atmaz, biz çocuklar kapardık. Sonra da boş lokum, şeker ya da koka kutuları isterdik dükkânlardan. Üç beş karış teli eğip büker; ipler, makaralar... bir de bakardık, tıkır tıkır yürürdü telden arabalar. Sandıklarında toprak, taş...
“Kaçılın, Çile Bülbül geliyor!”
“Kaçılın, Gül geliyor!”
“Kaçılın, Şitayir geliyor!”
Güz gelince güneş, yapraklar sararır; üzümler, elmalar, ayvalar, balkabakları
da kıvamlarını bulurdu. Arabalar pancar taşırdı söküm zamanı. Ellerimizden yine
bıçak düşmezdi o zaman. Balkabaklarından “patpat”lar, düşen pancarlardan
arabalar yapardık. Sandıklı; iki tekerli, dört tekerli arabalar... Hem de
tekerleri kitirli...
Sonra “Cırcır”larımızı çıkarırdık evlerden. Demir çemberler bir adım
önlerimizde döndükçe, köy cırıl cırıl öterdi.
Bazen de kırbaçlar, pamuk ipler ellerimizden düşmezdi. Kırbaçlar
şakladıkça, topaçlar döner; iplerden sağıldıkça, kabaralı Konya fıççaları arı
gibi vızılardı.
Günler geçer, geceler devrilirdi bir bir. Vakti gelir, sert rüzgârlar esmeye başlardı. Artık, dumanlar dik çıkmazdı evlerin bacalarından. Bir sabah uyanır bakardık ki her taraf diz boyu kar...
Günler geçer, geceler devrilirdi bir bir. Vakti gelir, sert rüzgârlar esmeye başlardı. Artık, dumanlar dik çıkmazdı evlerin bacalarından. Bir sabah uyanır bakardık ki her taraf diz boyu kar...
Odunluklardan, merdiven altlarından kızaklarımızı çıkarırdık hemen.
Kerim’in yokuştan, Çukurhan’dan, ille de Senem’in yokuştan açılırdı kızak yolları.
Tepeden aşağı, yarışırdık. Bazen kızaklar çarpışır, bazen devrilirdi. Arada,
ufak bir kavga ya da basit bir tamirat olsa da kaldığımız yerden devam ederdi
buz üstündeki sevincimiz. Ellerimiz, ayaklarımız üşür, yüzlerimiz morarır,
pantolonlarımızın oturma yerleri ıpıslak olurdu. Evlerimize dönerken yanan
sobalarımız gelirdi aklımıza. Biraz da analarımızdan, babalarımızdan
işiteceğimiz azarlar...
Öyle, sormadan edemiyor insan:
Şimdi, haziranlarda kiraz bekler mi çocuklar bahçelerde? At olup
arabaya koşulurlar mı acaba? Kızak kayarlar mı yokuşlardan? Kaysalar bile
kırılan kızaklarını tamir edecek bir Çil Ali Dayı’ları var mıdır?
Sahi, şu an mevsim nedir? Yaz mı, güz mü, bahar mı, kış mı? Hangi dede
hükmünü sürmektedir oyunlarıyla, oyuncaklarıyla?
KANATSIZ LEYLEKLER
KANATSIZ LEYLEKLER
“- Gördüm gördüm
Gördüm gördüm...
-Dur bağırma avaz avaz,
Neyi gördün, a yaramaz?
- Dallar çiçek açtı açtı,
Kırlangıçlar uçtu uçtu
Dere taştı, ırmak coştu
Ah ne hoştu, ah ne
hoştu...”
“Mevsimler” şiirinin ilkbahar bölümü, belleğimde kaldığı kadarıyla,
böyleydi. Şiiri sınıfta oyunlaştırarak okuturdu Gara Öğretmen. Her bölümü
seslendirirken içimizde oluşan yaşama sevinci yüzlerimize vururdu. Özellikle de
ilkbahar bölümünü okurken; dallarda açan, çiçek; göklerde uçan, kuş ya da
kelebek değil de bizler olurduk. Çünkü bahar tüm güzellikleriyle çıkagelirdi
köyümüze.
Şubatın sonlarına erişilince, güneş her gün daha bir cicili cicili
doğardı gölün öte yakasındaki Emir Dağları’ nın ardından. Köyün batısındaki
Sultan Dağları’nın bağrına bağrına, salardı ışıklarını. Aylar boyu yağan karlar
başlardı ıldır ıldır erimeye. Bir de güneyden esince kabayel, dere boylarında
şırıltıdan geçilmezdi. Tarlalarda, bahçelerde otlar boylanır; menekşeler,
papatyalar, leylaklar ellerde gezerdi. Tarlalardan, bahçelerden kazılan güneyikler,
karakavuklar, toklubaşları ise akşam sofralarının başköşesine kurulurlardı.
İşte o günlerde kanat kanat, düğün bayram ede ede çıkar gelirdi
leylekler. Bu uzun yolların yolcularını havada görünce sevinç çığlıklarımızı salardık
göğe. “Heey, hey heeey!” diye bağırır, el sallardık. Gurbetten bir yakınımız
dönmüşçesine birbirimize müjdelerdik bu mübarek hayvanların gelişini.
Başlarımıza ufak taşlar koyup kollarımızı yanlara açar, eksenlerimiz etrafında
dönerek leylekler gibi daireler çizerdik. “Leylek leylek lekirdek, hani bana
çekirdek...” tekerlemesi düşmezdi dillerimizden. Kimilerimiz de kendilerini
atardı çayırlara boylu boyunca, yuvarlanırdı. Geçip giderdi onlar; kuzeye
doğru, başka diyarlara... İçlerinden yurt tutanlar da olurdu köyümüzü.
Damlarımızda, tarlalarımızda lakırdar gezerlerdi aylar boyu.
Sonra kırlangıçlar gelirdi uzak diyarlardan. Damların saçak altlarına,
ahırlara, samanlıklara, duvar oyuklarına yuvalarını yaparlardı. Cicidonlar* bülbüller çıkardı ortaya.
Alacameryemler*, ibibikler, kargalar, kartallar, saksağanlar
doldururdu yeri göğü. Kuş sesinden, kanat şakırtısından geçilmezdi ortalık.
Bir de onlar gelirlerdi; yaz başlarında, kirazların ala çakır olduğu, ekinlerin başağa durduğu o günlerde... Toka’ya konarlardı, söğütlerin altlarına... Yakınlarına varır bakardık. Üç beş kırık dökük at arabası, bir iki kıl çadır; sakalları uzamış, gözlerinin feri kaçmış, ağızlarından sigara düşmeyen erkekler; üstleri dökük, zayıf, esmer kadınlar; yüzleri kirli, gözleri çapaklı bebekler; yalınayak, başı kabak oğlanlar; saçları keçeleşmiş, üstleri yırtık kızlar; zayıf atlar, alnı çakal taylar, köpekler; yoşuk kilimler, eski yorganlar, yastıklar, isli tencereler, tabaklar, kasnaklar, seleler, sepetler...
Bir de onlar gelirlerdi; yaz başlarında, kirazların ala çakır olduğu, ekinlerin başağa durduğu o günlerde... Toka’ya konarlardı, söğütlerin altlarına... Yakınlarına varır bakardık. Üç beş kırık dökük at arabası, bir iki kıl çadır; sakalları uzamış, gözlerinin feri kaçmış, ağızlarından sigara düşmeyen erkekler; üstleri dökük, zayıf, esmer kadınlar; yüzleri kirli, gözleri çapaklı bebekler; yalınayak, başı kabak oğlanlar; saçları keçeleşmiş, üstleri yırtık kızlar; zayıf atlar, alnı çakal taylar, köpekler; yoşuk kilimler, eski yorganlar, yastıklar, isli tencereler, tabaklar, kasnaklar, seleler, sepetler...
Her tarafından sefillik akan bu konargöçer yaşantı, yine de hoşumuza
giderdi. Onların gezip tozduklarını, değişik değişik yerler gördüklerini,
çocuklarının bizlere göre daha bir özgür olduklarını düşünürdük.
Yakup Ağa’yı bunların içerisinde kendimize daha bir yakın bulurduk.
Çünkü hiç sektirmezdi gelişlerini. Elli yaşlarında kır saçlı, kır bıyıklı, kara
kuru birisiydi. Hanımı dilsizdi. Kimse bilmezdi adını, “Dilsiz Avrat” derlerdi.
Toka’ya konar konmaz torbayı takınır; çocuklarından Celal’i, Menevşe’yi, bazen
de Ali’yi yanına alıp köy içine dalar, kapı kapı dolaşırdı Dilsiz Avrat.
Köye her gelişlerinde uğrardı bize. Elindeki sopayla kapıya, tak tak,
vurur; “Ab-baa! Eb-bee!” diye bağırırdı. Avlumuza girer girmez yere otururdu
hemen. Toplaşırdık başına. Torbası, çocuklarının üstü başı dökük olurdu hep.
Başlardı konuşmaya... Dediklerinin hiç birisini anlamazdık. Arada ağlardı.
Ağlarken bağrını yumruklar, ellerini dizlerine pat pat vururdu. Şaşkınlığımızı
görünce Celal’i ya da Menevşe’yi dürtüklerdi hemen. Onlar da başlarlardı
anlatmaya: Kışın, çok zorlu geçtiğini, hasta olduklarını, aç kaldıklarını,
babalarının kuma getirdiğini, analarını her gün dövdüğünü söylerlerdi. Anlatılanlar
her seferinde de aşağı yukarı aynı şeylerdi. Ancak bizler yine de içimiz
burkularak dinlerdik onları. Anam arada gözden kaybolur; un, bulgur, ekmek, ak
fasulye getirirdi. Bazen giysilerimizden bohçalardı. Anamın her gözden
kayboluşunda Dilsiz Avrat biz çocuklara döner, yüzünü şekilden şekile sokup
daha da acayip sesler çıkararak komiklikler yapardı. Gülerdik haline... Anam
ördüreceği sepetleri, seleleri ya da yaptıracağı kalburları, gözerleri; kaç
tane olacağını, işaretlerle anlatırdı. Dilsiz Avrat da işaretlerle, anladığını
belirtir; sonra anamı öper, kucaklar, çocuklarıyla evden ayrılırdı.
On beş, yirmi gün kalırlardı Toka’da. Yakup Ağa ile en büyük oğlu Abdil;
çay kenarlarından, hendek boylarından kesip sırt sırt taşıdıkları sorkun
çubuklarından sepetler, seleler örerlerdi. Bir de evlerden topladıkları derileri
ıslatıp tabaklarlar; onlardan, usturaya benzer bıçaklarıyla ince ince sırımlar
dilerlerdi. Sonra, hazır aldıkları kasnaklara bu sırımları gererek, çeşit çeşit
kalburlar, gözerler yaparlardı. Dilsiz Avrat da yapılanları ev ev dolaşıp
satardı.
Bir sabah, kirazların toplanıp bitirildiği günlerin birinde, onları;
çadırlarını sökmüş, takırı çıkmış beygirlerin koşulduğu arabalara denklerini
yüklemiş görürdük. Çocuklar, köpekler arabalara doluşup ayrılırlardı Toka’dan.
Köy çıkışına kadar peşlerinden gider, gözden kayboluşlarına kadar, bakardık
arkalarından. Her seferinde de adını koyamadığım bir duyguyu yaşardım o an. Güz
ucunda, leyleklerin güneye gidişini seyrederkenki yaşadığım o duyguyu...
“DEVLET DEMİRYOLLARI
LEFTER ATTI GOLLARI”
Dört taşı kale niyetine dikti mi Dedekavağı’na; kimimizin adı Can’dı,
kimimizin Metin ya da Turgay... Lefter’dim ben. Fenerli’ydim. Terzi Dursun da
Fenerli’ydi. Dükkânının kapısına taktığı naylon şeritli sinekliğin renkleri
hoşuma gitmişti de o yüzden Fener’i tutmuştum. Berber Necati’nin dükkân kapısında
ise sarı-kırmızı şeritler sallanırdı. Kılçık Galatasaraylıydı, Enver ise
Beşiktaşlı...
Öküz kılındandı toplarımız ya da çaputtan. Dört teptikçe dağılır
giderdi çaputlar. Ancak tamiri fazla uzun sürmezdi. Bazen lastik veya naylon
bir top da düşerdi sahamıza. O an oyun sevincimiz ikiye katlanırdı. Yürüyüşümüz,
atlayıp zıplayışımız daha bir incelirdi. Konuşmalarımız bile...
Baştan şartını koyardı kırmızı lastik topun sahibi: “Patlatan, öder...”
Bakışlarımız birbirimize çevrilirdi o an. Gözler bir, oynasak mı, derdi; bir,
oynamasak mı? Sonunda ağır basardı dünyanın o en güzel tadı...
Golü atanımız da bağırırdı, “Goool!” diye. Her seferinde de goldü-değildi
tartışması yapılırdı. Topun, hayali kale direklerinin içinden mi-dışından mı,
altından mı-üstünden mi geçtiğine bir türlü karar verilemezdi. İnatlaşmanın iki
adım sonrası itiş kakış olurdu. Böylesi anlarda topun sahibi girerdi devreye
hemen: “Verin topumu!” Bir de top sahibi, takımına goller sıralanınca ya da
kendisi bir türlü gol atamadığı zamanlarda, “Verin topumu!” derdi.
Yenen taraf cümbüşe çevirirdi ortalığı.
“Devlet demiryolları
Lefter attı golları...”
“Lefter çıktı sahaya
Topu dikti havaya
Bunu gören Galata
Donsuz kaçtı helaya...”
“Fener
Dünyayı yener
Galata’ya gelince
Mum gibi söner...”
“Sarı kırmızı
Eşek hırsızı...”
Yenilen tarafta ise,“Senin yüzünden...” kavgası sürer giderdi.
Şut, şandel, korner, ofsayt, haf, antrenör, forvet sözcüklerinin
dilimize girdiği; Fener-Galatasaray maçlarının köy kahvesinin radyosundan
dinlendiği o günlerin birinde, Muhtar Nuri Amca dört beş torbayla çıkageldi
köye. Toplar, formalar, şortlar, kramponlular; eski okul binasına girenler,
çıkanlar... Ana baba gününe döndü Cam’önü (Cami önü). Bir de baktık;
siyah-kırmızı formalar, beyaz şortlar, gıcır gıcır ayakkabılar içinde Yahsiyan
Gençlik Spor Kulübü’nün on biri merdivenlerde göründü. Üzerine eşofman çekmiş
Nuri Amca’nın elinde ise, hakem düdüğü... Takım, Cam’önü meydanında, düdüğün
ritmine uyarak iki tur atıp; Türk Sporu ve Yahsiyan Gençlik Sporu adına, üç defa,
“Sa’ol... sa’ol... sa’ol!” dedi. Sonra da erkeğin kadının, çoluğun çocuğun
alkışları arasında Toka’ya kadar koştu. O günden sonra da bir zamanlar köyün
sığırının sıpasının toplandığı, yaz aylarında ise harmanların döküldüğü mera,
“Top Sahası” adını aldı.
Çayırlıktı orası. Etrafını çevreleyen eriklerin, aletlerin*, söğütlerin altlarına -biz
seyirciler- oturur; yapılan antrenmanları, tek kale, çift kale hazırlık
maçlarını izlerdik. Haftanın üç günü yapılırdı antrenman. Güneş Gelincikana’ya
doğru sağılırken, “Pat... küt... düüt!” sesleri yankılanırdı. Çapadan, harmandan
dönen kadınlar, erkekler durup bakarlardı top oynayanlara. Bazen oyunculardan
gövem ya da tuzlukadıncıkların*
ardına saklananlar olurdu. Çünkü onların anaları, babaları müsaade etmezlerdi
top oynamalarına. Kollarının, bacaklarının kırılmasından korkarlardı. Köyün
sığırı dönerdi güneş inerken. Kimileyin camızlar da durup şaşkın gözlerle
bakarlardı top oynayanlara. Camızların o hallerine bakıp gülerdik. İçimizden
biri kalkıp ürkütürdü: “Puuf!” der demez; ateşe basmışçasına zıplarlardı dağ
gibi hayvanlar, ardından da dikilirlerdi köye. Kızarlardı çobanlar, ellerindeki
çomakları savururlardı. Bir yandan güler, bir yandan da kaçarlardı çocuklar.
Komşu köyler, kasabalar maça gelirdi. Tuzlukçu, Erdoğdu Spor, Akşehir
Gençlik, Çay Spor, Ulupınar, Dereçine Gücü... Özellikle de kiraz zamanı... Bir
bayram ya da hıdrellez havası yaşanırdı o gün köyümüzde. Sabahtan Top Sahası
temizlenir, çizgiler kireçlenir, kaleler sağlamlaştırılırdı. Evlerde ise, büyük
telaşlar yaşanır; konuklara en güzel yemekleri sunmak için analar, bacılar,
yengeler koşturur dururlardı. Bir de köy girişine, meydanlığın uygun yerlerine,
bez üzerine yazılı “HOŞ GELDİNİZ” levhaları asılırdı. Ve o an gelirdi...
Akdut’ta bekleyen çocuklar, mezarlık bükünden çıkan arabayı görür görmez
koşarlardı köy içine doğru: “Geliyorlaar! Geliyorlaar!” Kahveler, dükkânlar
boşalır; evlerin kapı önlerine, dam başlarına çıkarlardı kadınlar, kızlar.
Çocukların çığrışlarına, gelen arabaların “Da-daat... da-daat!” sesleri karışırdı.
Tanımadıkları, bilmedikleri bu gençlerle; kırk yıllık dostmuşçasına, hısım
akrabaymışçasına kucaklaşırdı gençlerimiz. “Hoş geldiniz”lerin ardı arkası
kesilmezdi. Kulüp binasının önüne çıkarılan masalara yerleşilir; çaylar,
ayranlar, gazozlar sunulurdu konuklara. Sohbetler hep futbol ve yapılacak maç
üzerine kurulurdu. Konuşmalardan, davranışlardan incelik akardı. Biz
çocukların, yeniyetmelerin bakışlarını üzerlerinde hisseden oyuncular; daha bir
havalara girerlerdi. Sonra evlerde hazırlanan lezzetli yemekler hep birlikte
yenirdi. Yemek sırasında bazen, “Aman çok yiyin misafirler,” derdi kimi
büyüklerimiz, “karnınız şişsin ki bizi yenemeyin!” Gençler gülüşürdü bu tür
takılmalara.
Bu sevinç, bu hoşgörü, bu yüzlerdeki gülüş; hakemin başlama düdüğüne
kadar sürerdi. Maç sonunda biz yenmişsek, sevinç çığlıkları yükselirdi.
Konuklar bozulurdu. Geldiklerine bin pişman olurlardı. Şayet yenilmişsek,
içimizden bir şeyler kopardı ince ince. Suratlarımız asılır, kimilerimiz ise
çatacak bahane arardı. Hele, konuklardan biri, bir el çırpmaya görsün, ya da
“Yaşasın!” deyiversin; anında susturulurdu.
İçimizden sonucu bir türlü hazmedemeyenler, “Sevinmeyin burda! Gidin
köyünüzde sevinin!” derlerdi. Konuklar köyden uğurlanırken, karşılanırkenki
esen o güzelim havadan pek eser kalmazdı. Ben bu yüzden yapılan tüm maçların
berabere bitmesini isterdim. Bir de babama gönül indirirdim; o futbol
ayakkabılarını, hiç mi hiç giyemediğim için...
Bugün Toka’ya artık, Top Sahası da demiyorlar. Adı, “Stad” oldu oranın.
Tel örgüyle çevrildi etrafı. Kenarlara soyunma odaları yapıldı. Kale direkleri
daha bir düzgün ve boyalı şimdi. Sonra, “Yahsiyan Gençlik Sporu” adı da
değişti; “Gölçayır Spor” oldu. Forma renkleri de mavi-beyaz... Lâkin ne Erdoğdu
maça gelir, ne Dereçine... Sonra; bir zamanlar oturup antrenmanları, maçları
izlediğimiz çayırlık da aletlerin, eriklerin gölgesine hasrettir şimdi...
ÇİÇEĞE DURMUŞ FİDANLAR
Yılda iki kez gelirlerdi; ikişer, üçer aylığına... İlk gelişleri güz sonlarında olurdu, ikincisi ise baharda… Kimisinin adı Demir’di, kimisinin Şahin. Bir arkadaşlarına ‘Hafız’ derlerdi. Kimilerinin adları ise Hasan’dı, Zekai idi, Mehmet’ti… Tertip, düzen, zerafet akardı hallerinden. Her biri başka başka yakışıklı; ceketli kravatlı, elleri kitaplıydı... Onlar mı, stajiyer öğretmenlerimizdi bizim; küçücük dünyalarımızı aydınlatan birer pencerelerimizdi...
Güreş tutarlardı, futbol oynarlardı köyün gençleriyle. Bazen ellerinden mandolin, bağlama fülüt; dillerinden ise şarkılar, türküler düşmezdi. “Memberim”i çalar söylerlerdi, “Amman Amman İzmir’im”i, “Menekşeler Tutam Tutam”ı…
Bazen de okutmaya, yazdırmaya ara verirlerdi de, karatahta önünne geçip kimisi Karagöz olurdu, kimisi Hacivat. Gülmekten kırar geçirirlerdi biz küçük yürekleri.
Kimi zaman da kamıştan yaptıkları kalemlerle, uçlarla güzel yazılar yazarlardı kâğıtlara, kartonlara. Bir de uçurtmalar yaparlardı. Höyük tepesindeki okul bahçemizde, rüzgâra bağrını verdikçe kuş gibi havalanır, göğün daha bir katına katına yükselirdi gelin yüzlü uçurtmalar. Bir sağa bir sola yalpalandıkça hışıır hışır hışırdardı renk renk kuyruklar...
Sonra bizleri karşılarına alıp boy boy fotoğraflarımızı çektikleri de olurdu. Kimileyin de ellerine boyayı, fırçayı alır; güzel köyümüzün resimlerini yaparlardı. (Ki o tablolardan birinin, onlarca yıl, Nuri Sarı’nın bakkal dükkânında asılı duracağını belki de hiç hayal edemezlerdi…)
İki ay, üç ay... sayılı gün değil mi, gelir geçerdi. Ve bir sabah, onları yolcu etmek için köycek Cam’önü’ ne toplanırdık. Her seferinde de bizlere öğrettikleri şu şarkıyı, onlarla birlikte söylerdik:
ÇİÇEĞE DURMUŞ FİDANLAR
Yılda iki kez gelirlerdi; ikişer, üçer aylığına... İlk gelişleri güz sonlarında olurdu, ikincisi ise baharda… Kimisinin adı Demir’di, kimisinin Şahin. Bir arkadaşlarına ‘Hafız’ derlerdi. Kimilerinin adları ise Hasan’dı, Zekai idi, Mehmet’ti… Tertip, düzen, zerafet akardı hallerinden. Her biri başka başka yakışıklı; ceketli kravatlı, elleri kitaplıydı... Onlar mı, stajiyer öğretmenlerimizdi bizim; küçücük dünyalarımızı aydınlatan birer pencerelerimizdi...
Güreş tutarlardı, futbol oynarlardı köyün gençleriyle. Bazen ellerinden mandolin, bağlama fülüt; dillerinden ise şarkılar, türküler düşmezdi. “Memberim”i çalar söylerlerdi, “Amman Amman İzmir’im”i, “Menekşeler Tutam Tutam”ı…
Bazen de okutmaya, yazdırmaya ara verirlerdi de, karatahta önünne geçip kimisi Karagöz olurdu, kimisi Hacivat. Gülmekten kırar geçirirlerdi biz küçük yürekleri.
Kimi zaman da kamıştan yaptıkları kalemlerle, uçlarla güzel yazılar yazarlardı kâğıtlara, kartonlara. Bir de uçurtmalar yaparlardı. Höyük tepesindeki okul bahçemizde, rüzgâra bağrını verdikçe kuş gibi havalanır, göğün daha bir katına katına yükselirdi gelin yüzlü uçurtmalar. Bir sağa bir sola yalpalandıkça hışıır hışır hışırdardı renk renk kuyruklar...
Sonra bizleri karşılarına alıp boy boy fotoğraflarımızı çektikleri de olurdu. Kimileyin de ellerine boyayı, fırçayı alır; güzel köyümüzün resimlerini yaparlardı. (Ki o tablolardan birinin, onlarca yıl, Nuri Sarı’nın bakkal dükkânında asılı duracağını belki de hiç hayal edemezlerdi…)
İki ay, üç ay... sayılı gün değil mi, gelir geçerdi. Ve bir sabah, onları yolcu etmek için köycek Cam’önü’ ne toplanırdık. Her seferinde de bizlere öğrettikleri şu şarkıyı, onlarla birlikte söylerdik:
“Dostluğun biz sevgisiyle
Toplandık şu an burda
Bu sevgi bağı kopmaz hiç
Dağılsak bir gün yurda”
Bu dizeleri söyledikçe de gözyaşlarımızı tutamazdık.
Giderlerdi onlar. Bizlerse, göçlerini yükledikleri kamyonun ardından
bakar, yüreklerimizde kocaman bir hüzün, kalakalırdık. Günlerce; okulda, evde,
kırda bayırda uğuldardı kulaklarımızda o şarkı:
“Bu güzel günü andıkça
Çarpacak kalbim benim
Bu sevgiyle ebediyen
Uzanır sana elim…”
HB’LER, GÖMLEKLER,
TEYPLER, TAKSİLER...
TEYPLER, TAKSİLER...
“Altmışlı yılların sonları... Yağışlar hakkından fazlasını verir, göl
de santim santim yükselir. Yükseldikçe meraları, tarlaları yutar. Hesaplar
yapılır:
- Böyle devam ederse -aman Allah’ım!- sekiz, on köy...”
Bu dediklerim gerçek.
“İlgililer, yetkililer, derdi derinden duyanlar toplaşır, soluğu Ankara’da alır.
“İlgililer, yetkililer, derdi derinden duyanlar toplaşır, soluğu Ankara’da alır.
‘Ne yapayım,’ der, Demirel. ‘Kaşığımı, kepçemi alayım da içeyim mi?’
Ardından, ‘Haydi, hepinizi yurt dışına gönderiyorum. Almanya’ya...’ diye de
ekler.”
Bu dediklerim rivayat. Ancak, Almanya üzerine de başlar hikâyat...
“-
İsmet de başvurmuş, Yaşar da...
- Mustafa, kâğıdın geldi!
- Kahveci, komple çay yap!
Ellerinde bavul, askere uğurlanır gibi uğurlandılar günlerce. Dönüp
dönüp sarıldılar analarına, babalarına, çocuklarına. Gözleriyle son kez
kucaklaştılar eşleriyle.
Mektupları geldi ilkin. Sağlıklar, sıhhatler iyi. İşler iyi. Yemeleri,
giymeleri iyi... Ammavelâkin, gurbetlik...
Sonra mektup zarflarının içerisinden fotoğrafları çıktı. Makine
başlarında, fabrika önlerinde, hayımlarda; renkli renkli... Yine zarfların içinden
beş marklar, on marklar... Hatıra niyetine...
İzine geldiler; dört haftalığına, beş haftalığına... Hısım akraba, eş
dost, konu komşu, vakitli vakitsiz, çıkıp çıkıp vardılar hoş gelişe. Alaman
çayları demlendi, ‘ucu pambuklu Alaman cigaraları’ yakıldı; sohbetler koyulaştı.
Anlattılar oraları; Münih’leri, Berlin’leri, Köln’leri... Mayister, hayım, çüs,
hegal sözcüklerini arada dillerine doladılar. ‘Kırank kırma’lardan, sarı sarı
Alaman kızlarından; yenilen domuz, yılan, tosbağa, fişkelek etlerinden söz
ettiler.
İzne her gelişlerinde bavullar daha bir çoğaldı. Tiril tiril gömlekler,
kravatlar, kadifeler; karton karton sigaralar, paket paket çaylar; kalemler,
tıraş bıçakları, tıraş makineleri, radyolar, pikaplar, plaklar, teypler,
kasetler çıktı koca koca bavulların içlerinden. Her gelişlerinde daha da çok
hareketlendi, noterler, tapu daireleri.
Bir zaman geldi: ‘Falancanın da orda karısı varmış, filancanın da...
Hem de çocuğu olmuş... Karısı ölürüm de boşanmam diyormuş...’ muhabbetleri aldı
yürüdü.
Bir zaman geldi; fordlar, opeller, mersedesler süsledi kapıların
önlerini. Çoluk çocuk doluşup doluşup gezmelere gidildi. Konya’lara,
Afyon’lara, Isparta’lara, Antalya’lara...
Bir zaman daha geldi, çoluğunu çocuğunu götürdü kimileri. Kimileri,
yeter deyip temelli döndü. Kimileriyse gidiş, o gidiş... Ne izne geldi, ne
mektup yazdı. Gelenle gidenle olsun, bir kuru selam bile göndermedi. Yedi yıl
oldu, on yedi yıl oldu; lakin, ne zaman bir Alamancı gelse, çocuklarının
gözleri doldu...”
Bu da gerçek...
UZAKLARDAN GELEN EMMİLER
Dal öğlen ya da bir ikindi alacası, belki de oyunların en tatlı yerinde: “Termiyeci* geldi, termiyeciii! Nalınaan, mıhınaan, çorap eskisiyneen!” veya: “Testici geldi hanımlaar, bacılaar! Testiciii!” sesleriyle irkilirdik. Kıl heybeli temriyecilerin, arabalarına eşekler koşan Doğanhisar testicilerinin yanına koşa koşa varırdık. Tekdüze geçen günlerimizde birden karşımıza çıkan bu güzel in-sanlar; Dedekavağı’na, Kaledışı’na ya da Cam’önü’ne yüklerini yayarlardı. Onca yolun verdiği yorgunluğa yenik düşen eşeklerin, boyunlarına takılan torbalardaki yemleri bile yemeye dermanları kalmazdı. Kulaklarını yanlara düşürür, başlarını öne eğer, ayakta öylece uyumaya koyulurlardı. Satıcılar da tahta parmakçaklı arabalarından, aralarına kuru otlar koyarak özenle yerleştirdikleri testileri, ülüklü ıbrıkları, nimeteleri, kulplu, kulpsuz çömlekleri tek tek indirir; duvar diplerine sıralarlardı. Her yaştan alıcı, bakıcı toplaşırdı etraflarına. Daha çok analarımız olurdu bunların müşterileri. Gereksinim duydukları malları ellerine alıp incelerlerdi. Biz çocuklar ise; taşıyabileceğimiz büyüklükteki -sırları yer yer yeşile çalan- ülüklü ıbrıklardan gözlerimizi bir türlü ayıramazdık. Yüreklerimize sıcaklık veren bir gülümseyişleri olurdu onların. Alıvermeleri için yalvar yakar olurduk analarımıza. Genellikle, “Alıp da n’edcez...” derlerdi analarımız, “Evde var ya...” Boyunlarımız bükülürdü bir anda. Ibrıkların da...
UZAKLARDAN GELEN EMMİLER
Dal öğlen ya da bir ikindi alacası, belki de oyunların en tatlı yerinde: “Termiyeci* geldi, termiyeciii! Nalınaan, mıhınaan, çorap eskisiyneen!” veya: “Testici geldi hanımlaar, bacılaar! Testiciii!” sesleriyle irkilirdik. Kıl heybeli temriyecilerin, arabalarına eşekler koşan Doğanhisar testicilerinin yanına koşa koşa varırdık. Tekdüze geçen günlerimizde birden karşımıza çıkan bu güzel in-sanlar; Dedekavağı’na, Kaledışı’na ya da Cam’önü’ne yüklerini yayarlardı. Onca yolun verdiği yorgunluğa yenik düşen eşeklerin, boyunlarına takılan torbalardaki yemleri bile yemeye dermanları kalmazdı. Kulaklarını yanlara düşürür, başlarını öne eğer, ayakta öylece uyumaya koyulurlardı. Satıcılar da tahta parmakçaklı arabalarından, aralarına kuru otlar koyarak özenle yerleştirdikleri testileri, ülüklü ıbrıkları, nimeteleri, kulplu, kulpsuz çömlekleri tek tek indirir; duvar diplerine sıralarlardı. Her yaştan alıcı, bakıcı toplaşırdı etraflarına. Daha çok analarımız olurdu bunların müşterileri. Gereksinim duydukları malları ellerine alıp incelerlerdi. Biz çocuklar ise; taşıyabileceğimiz büyüklükteki -sırları yer yer yeşile çalan- ülüklü ıbrıklardan gözlerimizi bir türlü ayıramazdık. Yüreklerimize sıcaklık veren bir gülümseyişleri olurdu onların. Alıvermeleri için yalvar yakar olurduk analarımıza. Genellikle, “Alıp da n’edcez...” derlerdi analarımız, “Evde var ya...” Boyunlarımız bükülürdü bir anda. Ibrıkların da...
Para pek geçmezdi bu alışverişlerde, mal takası
yapılırdı. Eski nallar, demir parçaları, yün çorap ve naylon ayakkabı eskileri;
daha çok termiyecilerin rağbet ettiği şeylerdi. Testiciler ise fasulye, nohut,
meyve kuruları karşılığında satarlardı mallarını.
Çerçi Hasan, Yemişçi Veli senede birkaç kez uğrarlardı
köye. Eşeklerin sırtındaki camlı çerçeveli denkler, bir dükkân camekânını
andırırdı. Naylon taraklar, horozlu aynalar, cep bıçakları, bel lastikleri,
iğneler, iplikler; sakızlar, iplikli şekerler; tek bicikli, iki bicikli
şişirmekler; mantarlar, çıtıtrpıtırlar... Torbalarda ise kuru incirler, rezakiler,
iğdeler, keçiboynuzları...
Renk renk kokalar gelinlik kızların ellerinde
gezerken -ki ne çok yakışırdı o kokalar o güzel ellere- biz çocuklar soluğu
evlerde alır, folluklarda yumurta koymazdık.
Bir sabah bakardık ki, Cam’önü’nde bir iki Türkmen
arabası... Gölün öte yakasındaki köylerden -Üçkuyu’dan, Karapınar’dan,
Cebrail’den, Sıram’dan- yola çıkıp gece boyu yolculuk yapan bu insanlar; gün
ağarırken köye girmiş olurlardı. Özellikle yaz sonları, fasulye harmanlarının
kaldırıldığı; aletlerin, ac’almaların* toplandığı o
günlerde... Getirdikleri mallardan çok kadınların başlarındaki poşuları; altınlı, gümüşlü takkaları; kınalı
perçemleri, zülüfleri; topuklarına kadar inen üçetekleri, bellerindeki renk
renk kuşakları; arabalara koşulu atların boncukları, püskülleri dikkatleri
çekerdi. İri yarı, esmer, gür bıyıklı erkeklerin sırtlarında ise kalın
paltolar, koyun derilerinden yapılmış gocuklar olurdu hep. Arabalarının içi
yağ, yoğurt, katık tuluklarından; bulgur, keşkek, düğü keselerinden geçilmezdi.
Yanlarına varır varmaz ekşi yoğurt ve küflü katık kokuları genizlere dolardı.
Akşama kadar sürerdi değiş. Fasulye, nohut, ac’alma, alet onların en
çok istedikleri ürünlerdi. Bazen bu alışverişlerde, bir iki teneke ac’almaya
karşılık, bir kınalı kuzu da düşerdi biz çocukların hissesine. Düğün bayram
olurdu evin içi... O şipşirin yaratığı nasıl seveceğimizi, ona neler
yedireceğimizi bilemezdik sevincimizden.
Okulların açık olduğu bir gündü. Öğlen paydosu evlerimize giderken, Cam’önü’nde bir yabancı gördük. Köyodasının duvar dibine oturmuş; elinde bir makas, önünde de birkaç plaka teneke vardı. Plakadan kestiği el kadarcık parçayı eğip büktü, dakika dolmadan bir de baktık, teneke parçası düdük oldu... Düüt! Düüt! Çıldırdık!
Okulların açık olduğu bir gündü. Öğlen paydosu evlerimize giderken, Cam’önü’nde bir yabancı gördük. Köyodasının duvar dibine oturmuş; elinde bir makas, önünde de birkaç plaka teneke vardı. Plakadan kestiği el kadarcık parçayı eğip büktü, dakika dolmadan bir de baktık, teneke parçası düdük oldu... Düüt! Düüt! Çıldırdık!
“Emmi kaça yapıyorsun?” “Emmi bu düdük neyinen?”
“Odunla...” dedi Düdükçü Emmi. “Bir oduna, bir düdük...”
Uçtuk evlere. Açlığı tokluğu kim düşünür... Odunluklardan yarmaçaların
en iyisini, en kalının omuzlayıp soluğu onun yanında aldık. Düdükler çoğaldı,
sesler çoğaldı; bir taraftan da odunlar yığıldı. Yığıldıkça da Emmi’nin yüzü
güldü.
Akşam oldu, Düdükçü Emmi kiraladığı at arabası-na odunları yükleyip
şehrin yolunu tuttu. Köy ise çıın çın, çınladı. Gecenin yatsısına kadar
düdüklerin sesleri kesil-mek bilmedi: Düüt! Düüt! Dü-düt, düüt!
YANILSAMA
Pancar çapası öğlenlerinde issi çökerken; üveyikler çekilirdi yuvalarına, çalıyı çildirdetmeden...
YANILSAMA
Pancar çapası öğlenlerinde issi çökerken; üveyikler çekilirdi yuvalarına, çalıyı çildirdetmeden...
Dayıbaşı: “Vurun çapayı, son durum!” derken;
söğütlerin altlarındaki ocaklarda ateşler yanardı.
İşte o sıra, bebekleri avuturken söğüt dallarından düdükler yapan o
çocuklar; kaynayan çorba, pilav tencerelerinin farkına varmazlardı. Ancak,
arada tren yoluna bakarlardı. Ağaçların, çalıların arasından geçmeyen trenlere;
“Anam, tren geçiyoor!..” diye bağırır, el çırparlardı...
YADİGÂR
Gölcüğümüzdü orası bizim. Cemrelerde değil de erik çiçeğinde giderdik bakmaya. Kavak dallarının sülüklendiği, cevizlerin kedi kulağı çıkardığı; çayırları, bayırları menekşelerin, papatyaların bürüdüğü günlerde...
YADİGÂR
Gölcüğümüzdü orası bizim. Cemrelerde değil de erik çiçeğinde giderdik bakmaya. Kavak dallarının sülüklendiği, cevizlerin kedi kulağı çıkardığı; çayırları, bayırları menekşelerin, papatyaların bürüdüğü günlerde...
Köy çıkışında mezarlık yoluna sapar; dikenli dalları yapraklanan
böğürtlenlerin, emenlerin, boylanmaya yüz tutmuş acı kabalakların arasından
geçerdik. Her nefes alışımızda daha bir derinden duyumsardık baharın kokusunu.
Mezarlığın bitiminde varmış olurduk bir futbol sahası büyüklüğündeki o
çukurluğa. Bakışlarımız dibe kayardı hemen. Kuru otların; kokuşmuş,
çamursulaşmış yosunların; kamış, kındıra köklerinin dibindeki ıslaklığı fark
edince sevinç çığlıkları atardık: “Yaşasıın, su yürümüş!”
Taban suyunun santim santim yükselişi günlerce, haftalarca sürerdi. Su
yükseldikçe de toprağa, ota çöpe can gelir;
yılanlar, kurbağalar, sülükler, kaplumbağalar, doğanın çeşit çeşit
börtüsü böceği suya inerdi. Güneş daha bir tepemizden dolanır, günler daha bir
uzar; gölcüğün etrafındaki söğütler, cevizler, karaağaçlar, kavaklar günden
güne daha bir yeşillenirdi. Ağaçların suretleri, gölgeleri suyun aynasına
vurdukça, gölcük daha bir koyu yeşile çalardı. Gün boyu, gece boyu
çalıkuşlarının cıraklamaları, kurbağaların vıraklamaları durmak bilmezdi.
Hübbük kuşlarının öttüğü, kirazlara alacanın düştüğü o günlerde, bir de bakardık,
gölcük gırtlağına kadar dolmuş...
Diz boyu çayırlarda otlattığımız öküzler, üzerlerine konan sineklerden, öveyenlerden* huysuzlanınca, “Sıcak kızdı...” derdik. O zaman hayvanları söğüt altlarında zaptetmek mümkün olmazdı. Önümüze katar, koştura koştura köye gelirdik. Eve kapatır kapatmaz da biz çocuklar soluğu gölcükte alırdık. Analarımız, babalarımız boğulacağımızdan korktukları için yıkanmamızı istemezlerdi. Dinlemezdik onları, derinliği beş altı metreyi bulan çelik gibi suyun kollarına atardık kendimizi. Bazen kenarlardaki söğütlerin, karaağaçların dallarına çıkıp çivileme veya balıklama atlardık suya. Yılanlarla, kurbağalarla, kuyruklularla koyun koyuna yüzerdik. Giysilerimizi giyinirken ya da ellerimizdeki aynalara bakarak saçları-mızı yanlara, geriye tararken kızlardan konuşurduk hep, yavuklularımızdan... Neşe içinde evlerimize giderken acıktığımızı duyumsardık. Tabii, adımlarımız da hızlanırdı kendiliğinden.
Diz boyu çayırlarda otlattığımız öküzler, üzerlerine konan sineklerden, öveyenlerden* huysuzlanınca, “Sıcak kızdı...” derdik. O zaman hayvanları söğüt altlarında zaptetmek mümkün olmazdı. Önümüze katar, koştura koştura köye gelirdik. Eve kapatır kapatmaz da biz çocuklar soluğu gölcükte alırdık. Analarımız, babalarımız boğulacağımızdan korktukları için yıkanmamızı istemezlerdi. Dinlemezdik onları, derinliği beş altı metreyi bulan çelik gibi suyun kollarına atardık kendimizi. Bazen kenarlardaki söğütlerin, karaağaçların dallarına çıkıp çivileme veya balıklama atlardık suya. Yılanlarla, kurbağalarla, kuyruklularla koyun koyuna yüzerdik. Giysilerimizi giyinirken ya da ellerimizdeki aynalara bakarak saçları-mızı yanlara, geriye tararken kızlardan konuşurduk hep, yavuklularımızdan... Neşe içinde evlerimize giderken acıktığımızı duyumsardık. Tabii, adımlarımız da hızlanırdı kendiliğinden.
Bayramların yaza denk geldiği yıllarda Balıkçı Memet gölcüğe kayık
atardı. Çocukları parayla gezdirirdi. On beş kuruşa bir tur, yirmi beş kuruşa
iki tur... Bayram harçlıklarımızın bir kısmına kıyar binerdik kayığa. İçimizde
tatlı bir rüzgârın estiği, hafif sallantılı bir akışın içinde bulurduk kendimizi.
Zaman zaman, kayık mı giderdi, yoksa su mu altımızdan akardı; bilemezdik. Cevizlerin,
karaağaçların altlarından geçerken kıyılardan yılanlar sağılır, kurbağalar, cup...
cup... atlarlardı suya.
Yaz ortalarına gelindiğinde gevşerdi gölcüğün suyu. Yemyeşil benzi,
yavaş yavaş sararırdı. Bir yandan da milim milim azalırdı. Suyu çekildikçe de
ayağımız kesilirdi gölcükten. Güze eriştiğimiz günlerde, bir de bakardık,
damlasından eser kalmazdı. Yılanlar, kurbağalar alır başını gider; otlar,
yosunlar, kındıralar kurur; taban toprağı damar damar çatlardı. Çalıkuşları da
ötmez olurdu; ta, erik çiçeğine kadar...
Bir zaman geldi damarları tıkandı gölcüğün. Acı baharlarda, ilkyazlarda
taban suyunun yürümesine hasret kalındı.
Bir zaman daha geldi, belediyelik oldu köy. Atıktı, hafriyattı, çerdi
çöptü… derken, metre metre yükseldi gölcük çukuru.
Bugün oraya “çöplük” der yeniyetmeler; gölcük, demez. Ve o
yeniyetmelerin pek çoğu, yüzme bilmez...
DÖRT TOP ÇALIYI ÇOK GÖRENLER
DÖRT TOP ÇALIYI ÇOK GÖRENLER
“Yahsiyan’a giremedim gazelden
Başım alıp çıkamadım güzelden
Amanın güzelden
Yahsiyan’a giremedim yalınız
Çemberimi alakoydu çalınız
Amanın çalınız...”
Akarözü, Kesikarmut, Hac’eli, Düdenlik, Ketenlik... Bunlar türkülerde kalan
çalılıklarımızdı bizim. Verimli topraklarımızın bakir alanlarıydı. Kurdun,
tilkinin, çakalın, yılanın yurduydu; üveyiğin, alafalağın, bülbülün...
Bu çalılıklarda top top böğürtlenler olurdu. Armut, alet, ac’alma
ağaçlarını sararlardı dört bir yanlarından. Diplerini diz boyu otlar kaplardı.
İçine girilmezdi dikenlerden. Aralarında boy atan kuşburnularla, tuzlukadıncıklarla,
emen çubuklarıyla kardeş kardeş yaşarlardı. Yazın sonlarına erişildiğinde
sararmaya yüz tutmuş yapraklarının arasından meyvelerini sunarlardı. Bizlere
ise gün boyu çalı çalı gezip ermiş üzümleri toplamak düşerdi. Evlerimize
dönerken ağızlarımızda meyvenin mayhoş tadı; ellerimizde ise, azıcık da olsa,
diken sızısı kalırdı geriye.
Tarla sınırlarını, yol kenarlarını ise çitim çitim gövem çalıları
kaplardı. Yaprakların arasında bulunan çuvaldız iriliğindeki dikenler ele,
ayağa mıh gibi batardı. Ağılı mı olurdu ne, battığı yeri de biber gibi yakardı.
Diken acısını en iyi ben bilirdim. Bir de Ramazan... Yazın ucunda
başlardı maceramız. Kuşlukta, torbamızda ekmek, tuz, kibrit, bıçak; boyunlarımızda
sapan, ceplerimizde taş, yollanırdık çalılıklara. Serçe, sığırcık, fatfat*, vicik*... ne denk gelirse avlar gezerdik.
Vurduğumuz kuşları, su başlarında tüylerini yolar, temizler; söğüt altlarına
yaktığımız ateşlerin nar gibi közlerinde pişirir yerdik. Bazen vurduğumuz kuş
çalı içine düşerdi. Yaralı hayvanı yakalayabilmek için adeta boğuşurduk
çalılarla. Dikenler ellerimize, kollarımıza batar; yüzümüzü, boynumuzu yırtardı.
Yara bere içinde kalırdık. Bazen pantolonun paçasını, gömleğin kolunu ya da
sırtını da kaptırırdık çalıya. O zaman neşemiz kaçardı işte. Nedeni, ana baba
korkusu...
Bazen vurduğum kuşları eve getirirdim. Onları görünce anam ağlamaklı
bir iç çeker, “Günaha giriyorsun! Bu hayvanları vurmakla cehenneme gideceksin!”
derdi. Bu sözleriyle öte dünyada düşeceğim acıklı halimi gözler önüne serer,
yüreğime korku salmaya çalışırdı. Kaynar kazanları, demir topuzları anlatırdı.
Ancak bunları dinlerken Ramazan’la
Kâzım gelirdi aklıma. Onların kaynar kazanlarda daha çok
pişeceklerini düşünürdüm. Çünkü bana göre onlar daha iyi avcıydılar ve daha çok
kuş vuruyorlardı. Hem de büyük kuşlar; sarıasma, sığırcık, güvercin cinsinden...
Hele Kâzım, “Benim bu çalılıklarda her gün bir üveyik hakkım var...” deyip
övünürdü. Övünmesinde de haklıydı. Çünkü Kesikarmut’ta, çalıya attığı kalın
değnekle üveyiği önce havalandırıp sonra da sapanla yere düşürüşünü, gözlerimle
görmüştüm...
Anlattıklarını dinlediğimi görünce anam, bu kez nasihatlerde bulunur,
cennetin güzelliklerini anlatırdı. Oraların yeşilliğinden, buz gibi ırmaklarından,
bağlarından bahçelerinden, yiyeceğim bal gibi incirlerden, üzümlerden, ömrümde
görmediğim, adını sanını duymadığım türlü türlü yemişlerden söz ederdi. Hele hele,
kuş etlerinden... “Sen sadece aklından geçir...” derdi, “Ey Allah’ım, filan
deme... Canın sığırcık mı istiyor, bıldırcın mı istiyor; bir bakmışsın, pişmiş
sığırcık ya da bıldırcın eti, önünde... Hem de altın tabaklarda...”
“Vurma bir daha, e mi? Tamam mı?” şeklindeki tembihlerine karşılık
vermezdim. Anam yola geldiğimi sanır, sevinirdi.
Bense ertesi gün Ramazan’la, yine çalılıklarda alırdım soluğu.
Bilemezdim ki asıl cennetin oralar olduğunu. Her bir kuşu boğazladıkça, her bir
gövemi, tuzlukadıncığı kestikçe; bu güzel cenneti, milim milim cehenneme çevirdiğimizi...
Anam da söylemezdi hiç...
TÜRKÜLERDE KALAN HARMANLAR
TÜRKÜLERDE KALAN HARMANLAR
Gece harman yerinde
Atlar uyur, dinlenirdi
döven
Uyumazdı emmim
cibinlikte.
Bakar bakardı da,
Uzak
yıldızlardan
Güç toplardı
sabahki alın terine
“Ham
meyvayı kopardılar dalından
Beni ayırdılar nazlı yarimden
Eğer yarim tutmaz ise salımdan
Onun için açık gider gözlerim...”
“Harmana sererler sarı samanı
Hiç gitmiyor Emirdağ’ın dumanı
Ah kara
dumanı
Gel otur yanıma canım sevgilim
Ayrılık mı olur harman zamanı
Aman zamanı”
Babamın en çok sevdiği türkülerdi bunlar. Hep de döven sürerken
söylerdi. Türkünün ezgisine uygun olarak atların bi birine, bi ötekine sallardı
kamçıyı. Sağrılarına hafif hafif değdikçe kamçı, atlar daha bir hızlanırdı. Düşmemek
için dövenin ön parmakçaklarına sıkı sıkı tutunurdum o zaman. Atların nalları
ayna gibi parıldar, saman olmaya yüz tutmuş saplar etrafa savrulurdu...
Güneşi batmak bilmeyen o uzun yaz günlerinin çilesiydi harman. Aylar
süren o günler, kirazların bitiminden ağustosun sonlarına dek, bedenlerden akan
bir sarı terdi.
Kehribar başakların tırpana saldığı selamla başlardı macera. Gün
tırpancının günü olurdu ilkin. Lâkin her babayiğidin harcı değildi tırpancılık;
güç isterdi, ustalık isterdi. Göğüslerine kadar boylanan ekinleri ustura ağızlı
tırpanlarla biçmezlerdi de onlar, sanki harlı körükler önünde bedenlerini
örse-çekice yatırırlardı. Gün inerken de dönerlerdi köye. Onca yorgunluklarına
rağmen dik dururlar; yürüdükleri yerde, tüfek kuşanmış avcılar gibi çalımı
elden bırakmazlardı.
Biçilen ekinler destelenir, tarlalarda demlenirdi bir zaman. O günlerde
dövenciler gelirdi köye. Cam’önü’ne yayılırlar -ellerinde kıl torbalar içinden
çıkardıkları döven taşları, çekiç, keser, testere...- günlerce; eskimiş, dişleri
dökülmüş dövenleri tamir ederlerdi. Başları hep kalabalık olurdu onların. Meraklı
bakışlar üzerlerinden eksilmezdi. Biz çocuklar, birkaç döven taşı alabilmek
için, o emmilere evlerimizden ekmekler mi getirmezdik; o döven taşlarını
birbirine çarptıkça çakan kıvılcımların hatırına, buz gibi sular mı
doldurmazdık tulumbalardan...
Saplar arabalarla harman yerlerine taşındıktan sonra, dört ihtiyar ve
gıdaklayan üç beş tavuktan başka canlı kalmazdı köyde. Kadınlar, erkekler,
çocuklar; atlar, öküzler, kendilerini günlerce, haftalarca sürecek olan sarı
sıcağın göbeğinde bulurlardı.
Gün tepeye dikilince sabahın ibası
kalkar, saplar gevremeye başlardı sıcaktan. Gevredikçe de daha çabuk samana
dönüşür, taneler daha kolay ayrılırdı kapçıklarından. Ancak cehenneme dönerdi
ortalık. Tandır sacından farkı olmayan sapın üzerinde döven sürenlerin
bağırlarından, sırtlarından oluk oluk terler boşanırdı. Alınlara, boyunlara
-çelili çevrelere rağmen- yapışırdı sapın kılçığı, kapçığı, tozu. Acı biber gibi
yakar, kaşındırır dururdu teni. Ya öküzler, beygirler... Kuyruğu kulağı
koyuverir, değil döven sürmeye, üzerlerine konan sinekleri kovalamaya bile
mecalleri kalmazdı.
Bazen düğün bayrammış gibimize de
gelirdi o günler. Bindiğimiz dövenler mi dönerdi; yoksa yer mi kayardı
altımızdan... Atlardık sapların üzerine, samana saçkıya belenirdik. Hemen de
kalkar koşardık dövenin ardından, yine düşer yuvarlanırdık; bedenlerimize gem
vuramaz, güleceğimizi tutamazdık...
Soluyan söğütlerin, hışırdayan aletlerin
serin gölgelerinde kollarımızı yastık yapıp yatardık bazen de. Dallara kurulu
salıncaklarda bebekler, araba altlarında teker diplerine kıvrılıp yatmış
köpekler uykuya dalarlardı. Öğlen trenleri geçerken ocaklarda lakır lakır
bulgur pilavları kaynardı. Hıyarlar soyulur; sarımsaklar, yoğurtlar ezilirdi
taslarda, çanaklarda.
Savrum zamanı yaba düşmezdi ellerden.
Savurdukça malamayı yele karşı; tane bir yana ayrılır düşerdi çığııış çığış,
saman bir yana... Bazen, tık, kesilirdi rüzgâr. Babam yabaya dayanır, beklerdi;
ara ara da rüzgâra seslenirdi: “Es be anam...” derdi. “Es be koca kuduret... Es
be hey mü-ba-rek!”
Kavakların, cevizlerin sayelediği
yollarda; çuvallanmış buğdaylar taşınırdı at arabalarıyla, öküz arabalarıyla.
Yüklerin en meşakkatlisi, en kutsalı götürülürdü evlere. Sonra saman arabaları
geçerdi o yollardan. Arabaların üstünde, yarı bellerine kadar samana
gömülürlerdi yüzlerinden gülücüğü eksik olmayan çocuklar. Arabalar geçtikçe de
tıngırtılardan, şangırtılardan silkinirdi tozlu yollar...
Derken bir gün, patoz çıkageldi.
Dövenler kaldırıldı, dövenciler de gelmez oldu...
Sürdü saltanatı bir zaman patozun.
İşçilik, gündelikti; saate döndü.
Savrumlusu çıkınca, tahtından
bahtından oldu patoz. Adı da değişti: Karapatoz, oldu.
Savrumlunun da fazla sürmedi hükmü;
onun da defterini biçer dürdü...
Aylar süren harman bir günde biter
oldu; yüzler daha bir güldü. Ancak; ananatlar, tırmıklar, beş parmaklı yabalar,
dirgenler, on parmaklı atkılar, kalburlar, gözerler ortalıktan çekildi bir bir.
Söğüt altlarında cibinlikler, çullar,
kilimler bir daha görünmez oldu. Dallara asılan ekmek çıkınları, yoğurt
keseleri, ocaklara vurulu pilav tencereleri...
Velhasıl, “Harmana serilen sarı
samanlar” türkülerde kaldı; o türküler de sonra sonra söylenmez oldu...
MASAL MI KALDI ŞİMDİ...
Anam ilk horozlar öterken kalkar, sabah
ezanına kadar bir tekne hamuru yoğururdu. Teknenin üzerini kalın örtülerle
örtüp hamuru mayalanmaya bıraktıktan sonra, gidip de yatmazdı geri. Ocağımızı çatar, ablamızı kaldırıp onunla
birlikte öğün telaşına girişirdi. Bizler ise -abilerim, kardeşlerim,- sıcacık
yataklarımızda uyurduk. Kuşlu, çiçekli tatlı düşler içinde, mutlu, huzurlu...
Neden sonra anam, güneş, ışıklarını köyümüzün batısındaki dağların tepelerine
salarken, gelir bizleri yataklarımızdan kaldırırdı.
Nedense, ekmek yapılacağı günlerin sabahları, hiç mi hiç üzmezdik anamızı.
Nazlanmadan kalkar, gider elimizi yüzümüzü yur, üstümüzü giyinirdik. Yemek
sırsında falan bir sözünü, bir yumuşunu üsteletmezdik hiç. Diğer günlere göre,
daha bir uysal, daha bir sevecen davranırdık birbirimize. Yüzlerimiz güler;
sessiz, sevinçli, sıcacık bir telaş kaplardı evin içini. Bayram sabahlarındaki
gibi, ya da harman sonları atarabamıza
doluşup da şehre gittiğimiz günlerin sabahlarındaki gibi... Belki de böyle
davranmamızın sırrı, ekmek’tendi. Anamızın yaptığı işin kutsallığından, ekmeği
nimet belleyişimizdendi... Kim bilir...
Ortalığın giderek aydınlandığı o sıralar,
kardeşlerimle birlikte, ara ara, evimizin ayak damına çıkardık. Her çıkışımızda
da bakışlarımız iki sokak ötemizdeki çatıların gerisine yönelirdi. Oradan
dumanların çıktığını görünce, sevinç çığlıkları atar, “Fırın yanmış! Fırın
yanmış!” diyerek koşup anamıza haber verirdik.
Köyde pek çok fırın vardı. Kadir Ağaların,
Zadelerin, Yakalıların… Saplarından ağabeyimle ablamın tuttuğu hamur teknemizi
biz, sırtlarımızda, kucaklarımızda odunlar, çilpiler... doğruca Kara Kadir
Dayıların fırınına götürürdük. Bazen bir başka fırına gitmeye kalkışılsa bile,
yalvarır yakarır, anamızı yine oraya gitmeye razı ederdik.
Çünkü biz çocukların gözünde bambaşka bir
dünyaydı orası! Dayıların iki katlı evlerinin önünde, etrafı yüksek duvarlarla
çevrili geniş avlunun dip tarafındaydı fırın. Kenarları is bağlanmış kocaman
bir ağız, içinde dönen alevler, bacadan yükselen dumanlar, sapları uzun
gelberiler, söngüler, çeşitli boylardaki tahta kürekler oraya varır varmaz,
bizleri adeta kendine çekerdi. Afife Yenge, “Kaçılın, dolaşmayın ayağımın
altında!” dese de bizler içini, ille de görünmeyen yerlerini, görebilmek için,
ağzına iyice yaklaşırdık fırının. Tabii, yaklaştıkça da, yüzümüze vuran
sıcaklık artar, gözlerimiz çıngılanır; dönen alevlerin önünde daha fazla
duramaz, geri kaçardık.
Her gidişimizde de, fırının önündeki
birkaç akasya ağacının gölgelediği toprak alanda, tekneler sıralanmış olurdu.
Sırası gelen kadınlar, çitnelerin, senitlerin üzerinde hamur tutarlar, pidelere
iç hazırlarlardı. Diğer kadınlar da, ağaç gövdelerinden kesilmiş oturaklara
oturup sohbet ederler, sıralarını beklerlerdi.
Çocuklar ise avlunun diğer bir köşesindeki tulumbaya üşüşür, akan
suların doldurduğu taş hüdüde, az ötesinde oluşan göletçikte, oynar durulardı. Evin alt katında ise ahır ve
samanlık vardı. Önünde inekler, buzağılar gün boyu, bahçeden sırt sırt taşınan
otları yer, gah yattıkları yerde geviş getirirler, gah uykuya dalarlardı. Sonra, çatıda guruldayan güvecinler, arada
bir teknelerden hamur kapan tavuklar,
ortalıkta gezinen, culluklar, ördekler, kazlar…
Serçeler ise akasya dallarından teknelerin
yakınına, adeta yere düşerlermişçesine, lap, lap... konarlar, hamur
artıklarından, ekmek kırıntılarından nasiplenmeye çalışırlardı. Ufak bir çıtırtıda da, pıırr... uçarlardı.
Gün boyu sürerdi serçelerin dallardan yere, yerden dallara inişleri-çıkışları;
kondukları dallarda durmaksızın vıcırdayışları. İçlerinden biri, tıpkı o
masaldaki gibi, Afife Yengenin yanına gelip de, “Fırıncı Nine, Fırıncı Nine! Şu
ayağımdaki dikeni, bi çıkarıversene...” diyecekmiş gibime gelirdi bana.
Bir de pişen ekmeklerin ortalığa yaydığı o
güzelim koku… Yanan odunlar köz olup dökülünce fırın iyice kızmış olurdu. Afife
Yenge, çabuk çabuk, közleri gelberiyle fırının ağzına doğru çeker, içi su dolu
kovada ıslattığı söngüyle fırının tabanını silip hamurları sürülecek hale
getirirdi. Sonra pişecek somunları fırının en dip tarafına, gömbeleri, yağlıkuşları, çelikeleri ortasına,
içli pideleri ise ön tarafına sürer, ardından da kocaman demir kapağı kapatırdı. Üzerleri susamlı, içleri haşaşlı
sıcacık gömbeler, fırından çıkarılır çıkarılmaz çocukların ellerine
tutuşturulurdu hemen. Burunlarına koktu, göbekleri düşmesin, diye...
Pişen ekmeklerimizi teknemize,
bohçalarımıza koyup da evimize yine büyük bir sevinç ve neşe içinde dönerken, analarımız karşıdan her
gelene gömbeler dağıtırdı. Her seferinde
de o güzel insanlar, almamak için direnirlerdi. Ancak, anamın, “mobalımı çek”
sözünü duyunca da pes ederlerdi. Alırlardı gömbeyi, o da uçundan, bir
lokmacık...
Bir gün geldi, guzine sobalar moda oldu
köyde. Fırınlardan evlerimize tekne
tekne taşıdığımız somunlar, gömbeler, çelikeler, yağlıkuşlar... artık, evlerde
yapılmaya başlandı. “Kolaylık...” diyordu analarımız. “Bir tekne hamur...
getir, götür… Amaaan, kim uğraşacak? Odunu, çilpisi, nöbeti, sırası…”
Sonra sonra ekmekler bakkallarda satılmaya
başlandı. Bu kez de, “Şeher somunları... ooh, hazırcacık... Hem de pamuk
gibi... ne güzel!” deniyordu.
Öyle böyle, fırınlardan yavaş yavaş
ayaklar kesildi. Derken bi biri, bi öteki... yıkılıp gitti o güzel
fırınlarımız.
Sahi, Fırıncı Nine serçenin ayağından
çıkardığı o dikeni, ne yaptıydı ki?
Ağabeyime sordum. Kendini bi yokladı,
hatırlayamadı.
Ablama sordum:
“Aman Aameet,” dedi, “masal mı kaldı
şimdi? Unuttuk gittik, işte…”
GÖK BONCUKLU ATLAR
Gece çift sürerken , her adımda öküzler birer çift ay taşırdı gözlerinde...
“Motor” derdik traktöre hep. Karakışlalı Veli Ağa’ nın Massey Harris’i vardı; arada çıkar gelirdi köye. Yaşlı, genç, çoluk çocuk toplanırdık başına. O kırmızı motorun har har çalşışına, egzozundan çıkan dumanlarına; dümenine, frenine, kasnağına, tekerlerine meraklı gözlerle bakardık. Arada, Sorkunlu Mustafa’nın Fortson’u da gelirdi. Maviydi o.
Motorlara baktıkça iç geçirirlerdi gençler. Büyükler ise, “Bizim buralara gelmez...” derlerdi. “Çalı çaynak, dere, hendek... Ağaç altlarına nasıl sokacaksın ki... Motora düz ova gerekir; beygirle, öküzle döner bizim tekerimiz...”
Herkes de inanırdı bu söylenenlere...
Bir gün yanılgı, su yüzüne çıktı: Köyün, kafaları denk üç genci, (Fahri Kılınç-Memik Arat-Mevlüt Gök) keselerini de denkleştirip pancar dairesinden, gıcır gıcır bir Massey Ferguson çekti. Hem de
Motor arabaları da sökün etti motorların ardı sıra. Eskişehir yapımı, Konya yapımı... İki teker, dört teker... Sonra çeşit çeşit pulluklar, ızgaralar, kepçeler, çapalar; savrumlu, savrumsuz patozlar getirildi römorkların üzerinde. Bir anda makine parkına döndü evlerin avluları.
Tabii gök boncuklu atlarımız; ay boynuzlu öküzlerimiz de elden çıkarıldı bir bir. Ahırlarda, avlularda; tayların, beygirlerin kişnemelerinden; danaların, öküzlerin böğürtüsünden eser kalmadı. Koşumlar, paldumlar, çullar, al püsküllü kamçılar, övendireler, tepe zilleri, boyunduruklar, falakalar ortalıkta görünmez oldu. Şangır şangır geçen arabaların sesine de hasret kaldı tozlu yollar...
Elbet, toprak daha derin sürülür oldu. İşler daha çabuk görülür oldu. Tabii ki güldü yüzler. Çünkü, evvel üç alınırken, beş alınır oldu ürün...
Motorların önlerine takıldı bu kez gök boncuklar. Lâkin atların boyunlarında durdukları gibi durmadılar...
ONLAR
Oluktan boşaldıkça su; durmaz, dönerdi taş.
Şangırdayan tekerler buğday taşırdı gece.
Pusu kursa da Kervankıran, aldırmazdı dayım,
Gider, öğütürdü geceyi değirmende...
Okul önlüğü onlara daha bir yakışırdı. Tertemizdi mendilleri. Daha bir ak, daha bir tertipli dururdu boyunlarında yakalıklar. Boylu boslulardı oğlanlar, her biri yakışıklı mı yakışıklı... Kızlar ise soylarına yaraşır güzellikteydiler.
Konuşmaları daha bir kibardı. Arada
kaçırırlardı; “Dobro, odivamo, leb kuruh, kakositi...” sözcükleri dökülürdü
ağızlarından. “Oklensi doso?” derlerdi, “ Vay dedo duşozo Zegrepa...”
Öyleymiş;
onların dedeleri Zagrep’ten, Bosna’dan gelmişler. Ta, Balkan yıllarında;
kıtlığın, kıyımın hortladığı, kıyametin koptuğu günlerde... Taş üstünde taş
kalmamış ata ocaklarını bırakıp, sardıkları kırık dökük göçleriyle düşmüşler
yollara. Daha büyükleri “Öleceksek burada ölelim...” deyip ayrılmamışlar
yurtlarından. Ancak göç edenlere de nasihat etmekten geri kalmamışlar: “Aman
ha,” demişler, “keklik öten, kekik biten yerlere gitmeyin; olacaksa kamış
biten, kaz öten yer olsun yurdunuz...” Ana vatana ulaşınca, bu isteklerine,
kabul demiş yetkililer. Uzun süren yolculuğun sonunda devletin gösterdiği yere,
köyümüze, çıkıp gelmişler.
Milat düşmüşler
o geldikleri günü. Yurt edinmişler köyümüzün alt tarafındaki kara sulak
araziyi. Daha alt taraftaki gölün kamışından, sazından; çay, dere
kenarlarındaki söğüt dallarından, sorkun çubuklarından barınaklar yapmışlar;
avladıkları balıklarla, kuşlarla karınlarını doyurmuşlar. Nice nice zamanlardan
sonra da eker biçer olmuşlar.
Lâkin akıllarından hiç çıkmamış öz
yurtları. Mektuplara, türkülere dökmüşler hasretliklerini.
“Kıniga ode pivayuç
Aya osta pilakayuç
Pirit kuçomye zelembor
Aya osta otgavor”
(Mektubum gitti türkü çeke çeke
Ben kaldım ağlayarak
Evimin önünde leylak ağacı
Ben kaldım ağlayarak...)
Çocuktum o zamanlar. Harman sonları;
atarabamıza yüklediğimiz ekmeklik, bulgurluk buğdayları yıkamaya giderdik
Boşnaklara. Kavakların iki taraflı sıralandığı bir yoldan; dallara konmuş serçelerin,
sığırcıkların vıcırtılarını dinleye dinleye varırdık oraya. İnsanlarının kendi
halinde, gürültüsüz patırtısız yaşadığı, yirmi beş otuz haneli bir yerdi orası.
Ağaçların çevrelediği tek katlı, iki katlı evlerin önlerinde; küçük
çayırlıkların orta yerlerinde çeşmeler şarlardı. Biz daha çok Adil Emmi’nin
çeşmeye giderdik. Arabadan indirdiğimiz buğday çuvallarını babam, ağabeyim tek
tek boşaltırdı çeşmenin hüdüsüne. Anam suyun içindeki buğdayları elleriyle
ovşalar, evirir çevirirdi. Evirip çevirdikçe de buğdayın kapçıkları, saman
çöpleri hüdünün üstünden akar giderdi. Yıkanan buğdayları teneke kalburlarla
alıp yine çuvallara doldururduk. Kıl çuvalların ağzını açmak daha çok biz çocukların
görevi olurdu.
Boşnak kadınları çaylar pişirir,
yaptıkları börekleri ikram ederlerdi bizlere. İkramlar yenilip içilirken sohbetler
koyulaşırdı salkım söğütlerin altlarında.
Bazen de Boşnak kızları -ellerinde
güğüm, testi- su doldurmaya gelirlerdi. Sular dolarken arada gözlerimiz
takılırdı birbirine. Hemen de utanmanın rengi vururdu yüzlerimize. Tek bir söz
çıkmazdı ağızlarımızdan. Tüm duygularımızı o bir anlık çarpışan bakışlara,
yüklerdik. Çalımlı çalımlı yürür giderler, bizler de arkalarından bakar
kalırdık.
Yıkanmış buğday çuvallarını, suları
iyice sırktıktan sonra arabaya yükler, yola koyulurduk. Boşnaklardan çıkıncaya
kadar gözlerimizi yine ayıramazdık evlerin önlerinden, pencerelerinden. “Bir
daha görebilirmiyiz ki...” diye.
Bu da böyle bir aşktı, işte... Ancak,
kendi çevremizde, yaşıtlarımız arasında, bu karşılıksız sevgiler dile
getirilirdi. “Seninki şuydu, benimki buydu, onunki falandı...” der; yarı şaka
yarı ciddi, konuşur dururduk. Yeri geldikçe de,
“Bir taş attım
Boşnaklara düştü
O güzelin gönlü
Bana düştü...” ya da,
“Bahçelerde badılcan
Ben askere yazılcam
Ben askerden gelince
Boşnaklardan kız alcam...” tekerlemelerini
dilimizden düşürmezdik.
Biz böyle dedikçe, analarımız pek
gururlanırlardı. “Tabii, ben oğlumu Boşnaklardan evercem...” derlerdi.
Öyle derlerdi ama, evlenme çağına
gelince de, “Ne yapıcaz Boşnak kızını, köyümüzden evlen...” deyip tüm hevesleri
kursaklarda koyarlardı. Boşnaklardan evlenen bir iki kişiyi geçmezdi.
Zamanla kavaklı yolun her iki yanına
yeni yeni evler yapıldı, Boşnaklar köye daha bir yakınlaştı. Adı da değişti
oranın, “Aşağı Mahalle” oldu.
Daha bir bizim gibi ekip biçmeye
başladılar. Medli meyveli, motorlu katırlı... Daha çok kız alıp vermeler oldu.
Gel zaman git zaman, bir de baktık, ne “Kakositi?” diye soran kaldı, ne
de,”Dobro...” diye cevap veren...
Sonra sonra, sular evlerin içinde
akmaya başladı musluklardan. Evlerin önlerindeki şarıldayan çeşmeler akmaz
oldu. Zaten, patozlar çıkınca buğdaylar da yıkanmaz oldu...
ACEM KIZI
Çalgıcıların, izleyenlerin çevrelediği meydanlığa çıkıp da dört Konya kaşığını eline alınca Hısım; “Ustam,” diyor kır bıyıklı, saçları dökük, esmer suratlı kemancıya; “Vur bir Kozandağı!..”
ACEM KIZI
Çalgıcıların, izleyenlerin çevrelediği meydanlığa çıkıp da dört Konya kaşığını eline alınca Hısım; “Ustam,” diyor kır bıyıklı, saçları dökük, esmer suratlı kemancıya; “Vur bir Kozandağı!..”
Bağlamanın, cümbüşün tellerine usul
usul dokunuyor cümbüşçü, bağlamacı. Çocuk denecek yaştaki darbukacı, ara ara
daburdattırıyor darbukayı.
O, ortada usuldan dolanıyor,
kaşıkları arada bir şaklatıp akort ediyor adeta. Üzerine çevrilmiş bakışlara
gülümseyerek karşılık veriyor. Bu bakışlarına, “Yok mu karşıma çıkacak?” sorusunu
da yüklüyor. Düğün sahipleri izleyenler arasında fır dolanıyor. Kolundan tutup
oyuna kaldırmak istedikleri, direniyor. Bu direnmelerde biraz naz, biraz utanma,
biraz da Hısım’a ayak uyduramamanın çekintisi seziliyor. Sonunda düğün
sahipleri Aykut’u, zorla da olsa -kopan alkışlar arasında- tutup kolundan
ortaya atıyorlar. Utanma-nazlanma arasında gidip gelen delikanlının eline
tutuşturuluyor kaşıklar.
Kemancının işaretiyle oturak çalgısı
başlıyor ezgiye. Yükselen dımırdamlara uygun olarak kaşıklar da başlıyor
şakırdamaya... Her ikisi de adımlarını birbirlerine uyarak, karşılıklı,
çaprazlamasına atıyorlar. Sonra birbiri ardı sıra yürüyorlar. Arada bir de
kendi eksenlerinde dönüyorlar...
Sözler bağlamacıdan yükseliyor:
“Kozandağı çatal matal
Heey, ben yandım aman...”
Sözlerle birlikte daha bir
canlanıyorlar. Daha bir şakırdıyor kaşıklar.
“Arasında aslan yatar
Beyim aman aman aman
Ben yandım aman...”
En ufak bir figürü kaçırmamak
için izleyiciler gözlerini ayırmıyor üzerlerinden. Özellikle Hısım, yaşı elliyi
devirmiş bu oyun aşığı, daha bir emek geçerek oynuyor. Düğün sahiplerinden kalkıp
para çevirenler oluyor. Başlarından paralar çevrilip alınlarına
yapıştırıldıkça; onlar, çalgıcılar daha bir havaya giriyorlar. Yüzlerindeki gülümsemeler
hissettiriyor bunu. İzleyici de esen havaya kendini kaptırıyor...
Hısım’ın, kemancıya yaptığı ufak bir
baş hareketiyle hava değişiveriyor. “Bolavadın “ çalınıyor bu kez. Ezgi daha
bir ağır ve kesik kesik... Ezgiye uygun olarak adımlar yavaş atılıyor, kaşıklar
da kesik kesik şaklıyor. Kemancı assılıyor:
“Aman usul usul da gir
kapıdan
Aman girilmiyor da mis
kokudan...”
Bu oyunda kol ve bacaklardan çok, tüm gövdenin
devinimi dikkat çekiyor. Belden kırılıp eğilmeler, diz kırıp yere çökmeler,
adımların daha bir uzun atılıp, ayakların yere hafifçe basması...
“Aman gökte yıldız urgan urgan
Aman üstümüzde telli yorgan
Aman sensin beni bu yollara
sapıtan...”
Az daha sürdükten sonra tadında
bırakılıyor oyun. Emirdağ Peşrevi’ne geçiliyor hemen. Bu kez ezgi, hareketli. Kemancı
assılıyor yine:
“Bugün ayın on dördü
aman aman
Aman kız saçını kim ördü...”
Sözlere verilen uzunca bir arada
cümbüşçü, darbukacı tüm hünerlerini gösteriyorlar. Kısa bir an da olsa kendi
dünyalarımıza çekiliyoruz. Gözlerimizin önünde güzeller peyda oluyor. Arada
“Yaşşa Hısım! Varol Aykut!” nidaları yükseliyor.
Sözlerin devamı bu kez çalanı,
oynayanı, izleyeni cilvelendiriyor:
“Ördü ise yar ördü
aman aman
Aman ay karanlık kim gördü...”
Çalgı döktürürken izleyenlerin
kaçamak bakışları ortamı daha da cilveli hale sokuyor. Gülmeler, kıkırdamalar
alıp başını gidiyor. İzleyenler tempo tutuyor bu kez.
“Helaal olsun size! Var oluun!”
Kaşıklar şakıdıkça şakıyor. Bu oyun,
hiç ama hiç bitmesin duygusu uyandırıyor izleyenlerde...
Ve o an geliyor...
“Vur ustam,” diyor Hısım. “Vur bir
Acem Kızı!”
Kemancı kemanı elinden bırakıyor,
klarneti alıyor bu kez. Aykut kaşıkları masaya bırakıp, benden buraya kadar,
dercesine ellerini kaldırıyor; başını eğip selamlıyor. Seyirciler, düğün sahipleri
ısrar etmiyorlar. Alkışlarla uğurluyorlar onu.
Yükselen klarnetin sesi bir anda tüyleri
diken diken ediyor. Oyun havasından daha çok bir ağıta benziyor ortaya yayılan
ezgi. Ve Hısım, gözlerini yumup asıl gösterisine başlıyor. Kaşıklardan çıkan
şakırtı daha bir yavaş, daha bir yumuşak... Adımlar yere adeta basmamak için
atılıyor. Her adımda da vücut daha bir salınıyor, baş iki omuz arasında gidip
gidip geliyor.
Cümbüşçü sözlere geçince; o, bu kez
kaşıkları vurur gibi yapıyor ve dizlerinin üzerinde yaylana yaylana çöküyor.
“Bak şu kaşa bak şu göze
Aman aman aman...
Yürek dayanmaz bu naza…”
Seyirci tutamıyor kendini, “Aman
Allah! Yav vaş! Yaş şaa!” naraları yükseliyor ağızlardan.
Söylediklerini bir daha yineliyor
cümbüşçü; ancak sözlerin ardı gelmiyor. Belki de yok... Ama seyirci coştukça
coşuyor.
“Helaal olsun sana Hısım! Yaşşa,
baba!”
Oyunu izlerken coşkunun yanı sıra
yüreklerden kopan ince bir hüzün de alıp götürüyor insanı...
İçimden, biraz daha sürse, dediğim an; oyunu
bitiriyor Hısım. Tadı damağımızda kalıyor. Çalgı susuyor. O, alkışlar arasında
bizleri selamlayıp oturuyor sandalyeye. Kahvenin içine bir sessizlik çöküyor.
Yüzlerde, bakışlarda ise asılı kalıyor o ince hüzün...
Çaylar getiriyor kahveci soluklanan çalgıcılara. Sandalyemi alıp varıyorum onun yanına. Kahveciye de iki çay işaret ediyorum. Toparlanıyor. Tebrik ediyorum oyunundan dolayı. Gönüllerimizi coşturduğu, bizleri duygudan duyguya kaptırdığı için teşekkür ediyorum. Gülümseyerek karşılık veriyor hep.
Çaylar getiriyor kahveci soluklanan çalgıcılara. Sandalyemi alıp varıyorum onun yanına. Kahveciye de iki çay işaret ediyorum. Toparlanıyor. Tebrik ediyorum oyunundan dolayı. Gönüllerimizi coşturduğu, bizleri duygudan duyguya kaptırdığı için teşekkür ediyorum. Gülümseyerek karşılık veriyor hep.
“Anlat Hısım,” diyorum. “Birkaç kez
oynadığını gördüm, her seferinde de büyülendim. Söyle Allah aşkına, nerden çıktı
bu Acem Kızı? ‘Çekirge’lerin, ‘Bas bas paraları’n, cirit attığı bir ortamda...”
Yine gülüyor...
“Durduk yerde, ta eskilere, otuz kır
yıl öncesine götürdün bizi...”
“Bu da bir aşk bizimoğlan,” diyor.
“Hem de ilk göz ağrısı gibi... Seversin, yoluna deli divane olursun; lâkin
kavuşamazsın ya... Seni acılara beleyip çeker gider dünyandan... Bitti, dersin;
gömdüm, dersin... Derken, aradan bir zaman geçer, hani, bayağı bir zaman; bir
de bakarsın, karşına çıkıverir... İşte, bu da o hesap...”
Kahvecinin getirdiği çayı alıyor,
şekerini karıştırıp yudumluyor. Ardından da sürdürüyor konuşmasını:
“Acem Kızı’nı eskiden düğünlerde
oynarlardı. Biz çocuktuk o zaman. Belki hatırlarsın; Benli’leri, Topal Bekir’leri,
Afyonlu Ahmet’leri falan...”
Evet, anlamında başımı sallıyorum.
“Çok hoşuma giderdi onların
oynayışları. Sonraları onlar yaşlandı, oynamaz oldular düğünlerde. Gençlerden
de kimse heves etmedi bu oyuna. Senin anlıycan, unutuldu gitti Acem Kızı...
Neyse, bir gün, Sandıklı’da bir
düğünde gördüm o ak sakallı ihtiyarı. Acem Kızı’nı oynuyordu. İzlediğim yerde
bir heyecanlandım, bir mutlandım... Tarifini isteme benden o anki halimin...
Sandıklı neree, Akşehir nere... Tövbelerim olsun, kanatlanıp uçasım geldi.
Saatler süren yolculuk boyunca adamın oynayışı gözümün önünden, oyunun nağmesi
kulağımdan hiç gitmedi. Eve gelip kapandım odalara. Aldım elime dört kaşık,
günlerce ağzımla çalıp oynadım Acem Kızı’nı. Köyde yapılan bir düğünde de bir
cesaret geldi, ‘Çal...’ dedim Uyanıklı Kemal’a, ‘Acem Kızı’nı çal...’ Eski
çalgıcılardandır... Şaşırdı. ‘Oynayabilecek misin evladım?’ dedi. ‘Sen çal
baba,’ dedim... İşte böyle... O gün bugündür oynuyorum bu oyunu...”
Kalan çayı bir dikimde bitiriyor.
“Bir daha içer misin?” diyorum. Teşekkür ediyor. Az soluklanıyor.
“Ya Acem Kızı…” deyip sormadan edemiyorum.
“Kimdir? Neyin nesidir?”
“Ben Acem’in A’sını bile bilmem
bizimoğlan,” diyor. “Ancak, kızını sorarsan; o zaman sana kırık dökük de olsa
bir şeyler anlatırım...”
Başlıyor gülmeye... Gülüşüne
gülümseyerek karşı-lık veriyorum. İyiden iyiye merak ediyorum söyleyeceklerini.
“Anlat,” diyorum.
“Güldüğüme bakma. Bu
diyeceklerimde yalan yok, bunu bil. İnanmak inanmamak sana kalmış...”
“Elbette inanırım...”
“Oyun boyunca gözümün
önünde sanki bir ayna gibi durur o. Boylu bosludur. Omuzlarından aşağı, yarı beline
dek inen siyah saçları vardır. Kaşları, tarife sığmaz bir kalemdir. Gözleri ise
kudretten rastıklı, bir siyah ki, kömür... Gümüş tenine bakmalara doyamazsın...
İşte, Acem Kızı, bu... Belki garibine gidecek, bir de ad koydum ona ben. Adı,
Heşiman...”
“Heşiman mı?” deyince
anlıyor ne demek istediğimi.
“Öyle ya; neden Ayşe,
Fatma değil de Heşiman? Bilmiyorum nedenini. Bir yerlerden mi duydum bu adı,
bir yerlerden mi okudum; yoksa gördüğüm bir rüyadan falan mı arta kaldı? Bilemiyorum...
Böyle bir ad gerçekten var mıdır, yok mudur dünyada? Onu da bilemem. Dilime
geliverdi işte…
Oyun boyunca sizler bana
bakarsınız, ben de ona... Şavkır durur karşımda... Neden böyledir, diye
sorarsan; orasını da bilemem...”
Son sözünün üzerine söz
düşürmüyor, dalıp gidiyor.
Çalgıcılar bu kez Konya
dolaylarından bir oyun havasını çalıyorlar:
“Yüksek konaklarda
mangal kömürü
Mevlam hovardaya
versin ömürü...”
İki genç oynuyor ortada.
Paralar çevriliyor başlarından. Bahşişler çoğaldıkça çalgıcılar daha bir
yumuluyorlar sazlara. Hele kemancı, coştukça coşuyor:
“Aynaya baktım,
çıraları yaktım, o da nafile
Meramdaki bağlarımız,
o da nafile
Aman hocam, aslan hocam; iş işten geçti
Aman hocam, aslan hocam; iş işten geçti
İçtiğin rakı şarap Gonya’yı
geçti...”
Hısım: Yakup Çelikten... Oyun aşığı bir güzel insan...
SERÜVEN
“Bir ay doğar
ilk akşamdan, geceden
Şavkı vurur pencereden, bacadan”
Yükseldikçe ay; çatılarda, antenlerde,
efildeyen kavak yapraklarında yansır gümüş aydınlık. Tezgâh, mekik, kirkit...
Ve, gecenin kilimi, dokunmaya başlar iplik iplik...
Köşe başlarında ihtiyarlar oturur,
ellerinde asaları, ses etmeden söyleşir dururlar akıp gitmiş zamanla...
Bazen delikanlı ıslıkları böler
geceyi. Her çalışta perdeler aralanır pencerelerde. Derken kapılarda, merdivenlerde
tedirgin, telaşlı gölgeler... bir de bakmışsın, duvar diplerinde kavuşmuş
eller... Gökteki ay mı? Durmadan gülümser...
Ateşler yanar Nalbant Yaylası’nda,
Akbaba’da. Yörük çobanlarıdır, Çerkezlerdir. Arada, akordeon sesleri... Bazı
lezginkadır çalınan, bazı kazaska...
Yükleri ağır kamyonlar geçer şoseden.
Dalga dalga gelir kulağa egzoz sesleri. Ulupınar rampasında düşürüldükçe
vitesler, kamyonlar daha bir iniler...
Büklere, geçitlere yaklaştıkça
trenler; öterler çığlık çığlık. Işıklı beşikler, sallanır gider sıra sıra;
uyumaz, ninnisini söyler yolculara, aylı yıldızlı gece...
Kurbağalar vıraklar dere boylarında.
Çalı diplerinde ateşböcekleri yanar. İşaret parmağı dişleri arasında bir çocuk
geçer mezarlık yanından. Hızlandıkça adımları çocuğun; yol, daha da uzar...
Aşağı korudan bir ün yayılır:
“Yusuuf!”
Diken diken olur tüyler...
Ararlar koyunlarını efsanelerin çobanları.
Ararlar ararlar da, aah, bulamazlar...
Derken, derken, bir vakit gelir; ay sağılır
dağlara doğru. Bir güne daha sancılanır gece. Bu kez de tezgâha gerilir gündüzün
kilimi, bitmez serüven...
*Kirazerdiren: Ağaçkakana benzeyen bir kuş.
*Ziya: (Ziya Ülkü) Napolyon kirazını ilk
yetiştiren ve meyvenin yöreye yayılmasını sağlayan bir güzel insan
* Cimbey: (Baştankara) İskete kuşunun bir türü.
* Termiye: Acı bakla: Tohumu fasulye iriliğinde olan ve
çerez olarak yenen, baklagillerden bir bitki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder